Friday, 4 July 2008

bu da son fotoşop işim işte.

oturup renkli bişiler yaptım, sonra renksiz bişiler yaptım, sık kullanılanlar'dan öylesine bir sayfa açıp metin kopyaladım oynadım oynadım böyle oldu. aslında başka bişi yapmaya çalışıyordum, beceremedim...

kışlar soğuk, yazlar boş


kendimi oyalamak için yapmadığım kalmadı sabahtan beri. Yıkanacak çamaşırlarımı ayıkladım, lisedeki almanca defterimi bulup almanca çalışmaya başladım, internette kendimi oradan oraya attım, dün izlediğim filmle ilgili bir şeyler okudum, ağustosta(?) tutacağımız evle ilgili hayaller kurdum, köpekle oynadım, civcivlerin sesine sinir oldum, babamın bahçeden kopardığı salatalığın yarısını yedim, acaba saçımı kısacık kesip canlı bir renge boyasam nası olur ki diye düşündüm, saçımı toplayıp salondaki aynada kendi fotoğrafımı çektim, iş aradım, bulamadım... bissürü şey. yaz okuluna niye kalmadım ki ben? niye paralarımı bitirdim? bu yaz böyle nasıl geçer? o kadar zaman yazın gelmesini istedim şimdi niye geçmesini istiyorum? tabi bi yaz gelsin, her şey çok güzel olacaktı, değil mi ya? leylekler uçacaktı, yıldızlar çıkacaktı, karıncalar yuvalarına yiyecek taşıyacaktı, dalga sesleri duyulacaktı... bi daha pastoral hayallerle kendimi kandırırsam iki olsun.

görüldüğü üzre artık hiç öyle ulvi yazılar da yazmıyorum. salatalığın yarısını yemişmişim. peh. vallahi bırakın siz bu blogu.

Wednesday, 2 July 2008

color me

ben yaptım oldu

02.07.08
10:50

Uğultulu tepelerde keyifsiz, gergin bir sabah...

Ailenin üç üyesi görüş alanım içinde, farklı uzaklıklardalar. Gözlerimi bir ona bir ona bir ona odaklayarak oyunlar oynuyorum. Annem ve ben mutfak masasındayız. Önümüzde yeni hazırlanmış kahvaltı var. Babam mutfak ve salonun oluşturduğu L’nin köşesindeki berjerde oturuyor. Ortanca kardeş L’nin salon ucundaki üçlü koltukta oturuyor. Orada uyumuşlardı. Küçük kardeş uyanma çabası içinde bir an başını kaldırabildiği kadar kaldırıp kadraja giriyor, sonra baş geri düşüyor. Herkes farklı bir yöne dalıp gitmiş. Kimse konuşmuyor. Kimse mantıklı ve yumuşak başlı bir şey söylemek için ağzını açabilirmiş gibi durmuyor. Sonunda mokurdanarak sessizliği bozan annem oluyor.
- Aman sen de bi kalkıp çayı doldurmazsın yani!
- Ama daha kimse sofraya gelmedi ki?!
- Birinin gelmesini mi beklemek lazım? Napacaksın başkasını - kendini düşünsene sen! Sanki başkasının karnına mı yiyiveriyorsun. Kim varsa ona göre doldurursun çayı.(Bu arada iki bardağa çay doldurur.. çay henüz çökmemiştir. Yapraklar bardağın üstünde yüzer..)
- ...
- Niye o kadar az doğradın kaşarı? Bir sürü insan o kadar mı yiyecek?
- Kendimi düşündüm.
- ...

Baba ortanca kardeşe tekrar yatmak için artık çok geç diye söylenerek sofraya geliyor. İkisine çay dolduruyor. Gergin şeyler söylemek yerine saçma şeyler söylemeyi seçiyor.
- Naneyi çok yeme ezgi sen. Tamam, nane mideye iyi gelir derler ama belki de fazlası iyi gelmiyordur. Marul maydanoz değil ki bu ekmeğin arasına bir demet atıp yiyesin... Al bir tane yaprak ağzında dolaştır illa yiyeceksen..

Yanıt vermiyorum, aslında içimden gülümsüyorum. Masanın köşesine oturmuşum, nane tabağına da zeytin tabağına da çok uzağım zaten. Başımı sola çevirip Marmara’ya bakıyorum. Açık, boz bulanık bir renkte, kıpırtısız... Işıktan mavi bile olamamış bir gökyüzü... Bütün manzaralar overexposed. Bundan hoşlanmıyorum. Şekerliğe sinekler konuyor. Önümde doğradığım kaşarlar var, hiç güzel değiller. Reçelle falan oyalanıyorum. Zaten çok geçmeden annem kalkıyor. Ben de sandalyemi sürükleyerek geri çıkıyor, onun boşalttığı sandalyeye geçiyorum. Babam “ballı mısır gevreğiii aman hadi hayırlısı” diye bir şeyler mırıldanıyor. Bunun devrilmiş bir yonca evcimik şarkısı olduğunu sonradan anlıyorum. Gözüne pencerenin yanındaki mısır gevreği kutusu takılmış. Kutunun üstünde kocaman Golden yazıyor. Babam bu kez de başka serbest çağrışımları mırıldanıyor. Dediklerinin bir kısmını anlıyorum bir kısmını anlamıyorum. “.... Golden retriever.... Golden sonra golden elma yedik... Golden Gate... Metro Golden Mayer.... Küçük kardeş rüyasını anlatıyor. Herkesin yirmi yıl yaşlanmış halini görür gibi oluyorum. Cep telefonuma Avea’dan bir mesaj geliyor. Dışarıda bir köpek havlıyor. Gitme yerlerim kaşınıyor.

Tuesday, 1 July 2008

stream of dogsciousness

evden birileri çıkıyor! a, işte o kız! yaşasın, yürüyüş yapacak! hemen ona katılayım. çakıl taşlı yollardan yokuş aşağı iniyoruz. oyh! şuraya işeyeyim. n'olur n'olmaz... bazen onun elinin altından koşarak geçiyorum. böylece o beni sevmiş gibi oluyor. öyle yaptığımda gülüyor.
bi garip yürüyor. arka ayağında bir sorun var galiba. benim gibi fazladan iki ayağı da yok zaten. yazık. n'olmuş ki?
aslında o beni bu şekilde konuşturmayı çok saçma buluyor. gerçi o bir sürü şeyi saçma buluyor zaten. evimin yanına zincirle bağlanmamı da.. hatta ondan bahsederken "sahibim" dememi bile.. hey! grrr! başka köpekler! onu korumalıyım. grrr gırrr!!! dua edin ki o kavga etmemem için yalvarıyor. yoksa gösterirdim size gününüzü...

vay canına, ne güzel bir yere getirdin beni! hiçkimse yok. deniz ve gün batımı sadece bizim sanki. ohh şuraya da yeni çimento dökmüşler. hemen kimse görmeden ayak izlerimi bırakayım. şimdi de denize girip ayaklarımı yıkayayım. hem serinlemiş olurum. başka köpekler kendiliğinden suya girip eğlenmeyi bilmezler pek. ben bilirim. gözünün önünde tuttuğun şey ne? fotoğraf mı çekiyorsun? tamam dur poz vereyim öyleyse.
http://icameisawishot.blogspot.com/2008/07/about-dog.html

Monday, 23 June 2008

bir topalın serzenişi

evde yalnızdım. deniz mavi ve dalgasızdı.
her şey okuduğum bi yazının bana idioteque'i hatırlatmasıyla başladı. yok belki de o antep fıstığının acı çıkması ve bunun da bana çitlembik tadını hatırlatmasıyla başlamıştı..
salonun ortasında manik manik hoplayıp zıplarken ters bi iniş yaptım ve bir buçuk gündür falan sol ayağımın üstüne basamıyorum. hani şu ayağın ortasındaki ve iç tarafındaki çukurluğa yakın aşağı kemik var ya.. o işte. ilk birkaç saatte dur birazdan geçer dedim. sonraki birkaç saatte aslında evde bir koltuktan kalkıp öbür koltuğa yatarken ayağa o kadar da ihtiyacımın olmadığını düşündüm. güneş batarken yine sahile inemeyeceğimi anladığımda biraz üzüldüm. bu sabah ağrıyı geçirmek için türlü yollar denedikten sonra pes edip bir süre böyle yaşayabileceğime karar verdim. ama olmuyor doktur amca, kader mi bu be... ben de artık diğer çocuklar gibi koşup oynayabilmek istiyorum. ühü ühü ühü. hem daha ben bu çarşamba istanbul'a gidecek, sokaklarda sevgiliyle fink atacaktım. yoksa "gıçııırık it gibi gezmek" deyiminin öznesi mi olsam.. off of.

Saturday, 21 June 2008

yaz gündönümü

bu yılın en uzun gündüzü de biterken
müziğim kulağımda
parmak arası terliklerim ayağımda
fotoğraf makinem boynumda
antep fıstıklarım cebimde
batıya yürüdüm.

click for the hottest pics

Wednesday, 18 June 2008

bir dükkan var bildiğim... sadece rüyalarımda gidebildiğim bir köşebaşında bu dükkan. çocukluğumdan beri var orası. biraz pahalıdır fiyatları ama hep çok ilginç şeyler satılır orada. genelde girerim, her şeye bakar bir şey alamadan çıkarım. uzun zamandır gitmemiştim oraya, yolunu bile unutmuştum. dün gece bir sürü karmakarışık rüyanın arasında oraya da girdim. mıknatıs kapaklı kalemler vardı, ilk onlara baktım, sonra elime bir sürü şey alıp bıraktım. bir yandan dükkan sahiplerinin konuşmalarını dinliyordum. zor durumdalarmış, neredeyse dükkanı kapatmak zorunda kalıyorlarmış... bu kez kesin bir şeyler almalıyım diye daha bir dikkatli bakıyorum etrafıma. biri yanıma gelip, ben sizin paranızı neye vereceğinizi biliyorum, diyor. rafların arasında ilerliyoruz, sağda duvarda asılı bir şeyler var... kulaklıklar, raketler... oradan renkli poi'lar çıkarıyor. çok seviniyorum, aaa! gerçekten de! diyorum. beni boş bir odaya alıyorlar, oradaki bir görevli bana bir derste poi çevirmeyi öğretiyor. çok güzel bir his:p

rüyanın bir bölümünde de ceyda'yla ev bakıyoruz. hisarüstü'nde mi beşiktaş'ta mı emin değilim. biçimsiz, bakımsız odalar.. eski bir mutfak... olsun, fark etmez. son girdiğim odayı hemen benimsiyorum. pencereden gökyüzü görünüyor, yerde üç tane yolluk serili, kırmızılı... bizim eski yolluklardan. bir de köşede dikdörtgen şeklinde yapay çim var. eskiden çocuk odasıymış burası herhalde diyorum.

uyandığımda finnegans wake okumaya çalışarak depresyona girme fikri çok uzak geliyor artık. jonahtan culler'ı da rafa kaldırıp douglas adams'ı çıkarıyorum. artık sevgili D40x'im bir pişmanlık kaynağı değil. hiçbir şey değil.

bu gece korkunç bir gece. bir türlü uyuyamıyorum. kendimi çok kötü hissediyorum - hatta "aşşaaalık" bile denebilir.

kafamın içinde bi anti-hero var. durmadan konuşuyor. benim bildiğim her şeyi biliyor, üstüne bi ton da başka şey biliyor. ağzımı açtığım anda ne diyeceğimi kestirip antitezler üretiyor. kendimle çeliştiğim anda(bunu sık sık yapıyorum) fark edip bunu yüzüme vuruyor. gittiğim yollara, vardığım sonuçlara kıçıyla gülüyor. hiç bilmediğim (ama kesinlikle bilmem gereken) önemli kişilere/olaylara/eserlere/teorilere/şarkılara/filmlere göndermeler yapıyor, bir de beklediği tepkiyi vereyim diye gözümün içine bakıyor. ilgilendiğim her şey aslında çok boşmuş gibi geliyor onun yüzünden. ilgilenmem gereken bir sürü başka şey varmış da ben onlarla ilgilenmiyormuşum gibi... yıllardır zamanımı boşa harcamışım, iki yüz seksen dört kitap falan geride kalmışım, o kitapların da hepsi accayip kalın, uzun cümleli falan zor kitaplarmış gibi... beyaz çikolatalı mocha içerken, hoydur hoydur gezerken kaçırdıklarım yüzünden artık beyinsiz bir yaratığa dönüşmüşüm ve asla bunu telafi edemezmişim gibi... küçücük ve değersizmişim gibi...

insan bu suretle kendi ağzına sıçabilir.. kendi kendini ağlatabilir, mahvedebilir, aç uykusuz bırakabilir...

kesin boşluktan oluyor bu. her şey bitti ve evdeyim.
başımı sola çeviriyorum, kıpkırmızı bir güneş denizin üstünden batıyor, sağa çeviriyorum, dolunay doğuyor. üç yerden üç değişik kuş sesi geliyor. köpekler havlıyor. yediğim önümde, yemediğim arkamda... hiçbir şey yapmak zorunda değilim ve istersem bir sürü şey yapabilirim. yüzebilirim, koşabilirim, hamakta sallanabilirim, istediğim şeyleri okuyup yazabilirim, yıldızları sayabilirim, fotoğraf makinem, boyalarım beni bekler... tam da o yoğun zamanlarda hayalini kurduğum şeyler belki; ama içim öyle sıkılıyor ki...

sıkıntıdan hayallerimi yıkıyorum.
sıkıntıdan umutlarımı yıkıyorum.
inandığım şeylere inanmaz oluyorum.
çabuk zaman geçsin. zaman geçsin çabuk. zaman çabuk geçsin.

Tuesday, 17 June 2008

locus classicus

...
she turns and looks a moment in the glass,
hardly aware of her departed lover;
her brain allows one half-formed thought to pass:
'well now that's done: and I'm glad it's over.'
when lovely woman stoops to folly and
paces about her room again, alone,
she smoothes her hair with automatic hand,
and puts a record on the gramophone.
...
(t.s.eliot – wasteland III)

Monday, 16 June 2008

bir dostun ölümü ve hissizlik...

neşeli, hareketli ve zeki bir çocuktu o. artık yok.
üç gündür hep ondan konuşuluyor. yaptıkları anlatılıyor. üzülünüyor. etrafta hep onu hatırlatan bir şeyler var. evdeki masaüstü bilgisayarda onun adına oturum hesabı bile vardı. boğazlar düğümleniyor...

köpekten bahsediyorum. benim gölge adını vermeye çalıştığım... ilk geldiği gün ağlarken kucağıma alıp sakinleştirdiğim, sevip uyuttuğum, aynı anda nefes alıp verdiğim... çok seviyordum onu.



biz istanbul'dan dönerken bir kaza olmuş.
aşağı yola bakkala indiklerinde onu otobüs ezmiş.

öğrendiğimde tepki vermiyorum. uyuşmuşum.


yitirmek neden beni mahvetmiyor? neden.. neden ??

Saturday, 14 June 2008

yurtta son sabah

kız gözlerini açtı. yatağında yalnızdı. duvarda bir kertenkele yürüyordu. aşağı... yukarı... yeşil olmayan bir kertenkele... o gözden kaybolana kadar daha yatayım, sonra kalkarım diye düşündü. kertenkele yukarı yürüdü, görünmez oldu. birazdan yine aşağı iner, diye düşündü kız. saate baktı. daha üç dört saat ancak uyumuştu zaten. pencerenin alt çaprazından bir kelebek girdi kadraja, üst çaprazdan çıktı. bir kedi miyavladı. bir ambülans geçti. biri koli bandıyla büyük bir kutuyu bantladı. biri valizinin fermuarını çekti. kertenkele yine aşağı indi. kız kendini sıkıp biraz daha uyudu. güneşe ve bütün seslere rağmen uyudu. on beş dakika kadar... sonra yine uyandı. yine yatağında yalnızdı. yine saate baktı... yatağında yalnız olmayana kadar uyumaya devam etmek istedi, ama tam o saatlerde, yirmi dakika güneyde, bir yazıcıda onun için bir kağıt yazdırılmıştı. bir sınav kâğıdı... hem daha hayatını kolilere ve çantalara tıkıştırması, eve götürmesi gerekiyordu. hem artık kertenkele gitmişti. kalkması gerekiyordu. gerekeni yaptı. kalktı.

Thursday, 12 June 2008

merhaba evlat. hoş geldin. demek sıra sende...
şimdi bir süre etrafına bak. söylemleri görebiliyor musun? güzel, onları iyice bellemen gerek. bir sürü şeyin tadına bakmalısın, hayır, onunkine olmaz! bunlara bak. nasıl? sakın ona burnunu sokma. bunları dene. sokul insanlara, yaklaş, konuş... dur! onlara demedim, bunlara sokulmalısın. evet. saldırıyorlar değil mi? bir şeyler anlatıyorlar, sorular soruyorlar, hareketlerini sorguluyorlar. seni değiştirmeye çalışacaklar, kendi yanlarına çekmeye çalışacaklar. güçsüzsün. yoruluyorsun. artık güçlenme vakti. haydi, acele et, söylemini seç. güzel, demek seçtin. onun yanında bonus olarak şu söylemleri de alıyorsun. bu durumda şu müziği dinlemeli, bu filmi izlemeli, şu gazeteyi takip etmeli, şu yazarları okumalısın. sakın şu markalı ürünleri tüketme. sana giyecek bir şeyler de lazım. çıkar o üstündeki paçavraları. bunları giy. şu ses sana itici gelmeli, şu koku sana nefret ettiğin şeyleri hatırlatmalı. bunu ye, tadını seveceksin. insanlarla şöyle selamlaşmalısın. o semtte yaşarsan rahat olamazsın, gel şöyle bu semte. çünkü o söylemi seçtiğin için şu anda dünyanın yüzde şu kadarı dostun, yüzde bu kadarı düşmanın. geri kalanlar da önemli değil zaten. evet, seni sevenler ve senden nefret edenler var. senden nefret edenlere bok at. seni sevenlerin osuruğunu kokla. hep çoğul konuş. “biz” de, “onlar” de... zor mu geliyor? hayır, hiç de zor gelmemeli. inan böylesi çok daha kolay. bütün sorulara hali hazırda yanıtların var artık. “onlar”a saldırabileceğin hazır silahların var. “biz”i savunabileceğin hazır mekanizmaların... artık hep haklısın. “onlar” bilmez, “onlar” haksız. artık ne yapmak istediğin konusunda da emin olmalısın. tabi ki onu yapamazsın. şunlardan birini seç. tamam. haydi, bir şeyler üret. hayır, onu üretme, ne gereği var? bunu üret, işe yarasın. dur. nefes al. şimdi âşık olman gerekiyor. ne? o mu? hayatta olmaz! ona âşık olamazsın. bunlara bak. tam sana göreler. oldu mu? güzel, bu kadar eğlence yeter. artık.... ?!... sen beni dinliyor musun? ... ne? sıkıldın mı? demek oynamak istemiyorsun. öyleyse git ve hayatını piç et. kimin umurundasın ki? keyfin bilir. senden adam olmayacağını anlamıştım zaten.

Monday, 9 June 2008

kitten season in bogazici

I like this season when there are many kittens around and peaches are getting more and more succulent...
I am a "normal" female human being in that I think a bunch of kittens is one of the sweetest images that can be on earth. yet, I did not want to be too assertive by putting all the photos here.
here they go:
http://www.icameisawishot.blogspot.com/

becoming - or another influx of nonsense into my head


erratic is how I am.

wherever I am, whatever I might be doing or feeling, there are always some moments of aberration when I can imagine/desire a completely different life
no otherness is too far away from me, it seems
no plans and no past struggles are bonds strong enough
all gordian knots may be cut
status-quo (to be) always temporary, please.
then all is like a true come dream
which me hurts not often
yet,
as I know I would have those moments of aberration in any different life that I may imagine/desire/live - how utopic they may be,
rarely do I find it necessary to make any conscious effort to change the status-quo..
though I feel there is always an unconscious & ulterior motivation for change
...
all that we see or seem is an aberration within an aberration.

Monday, 26 May 2008

mayıs

yolda yürümek çok zor. hep bir yerlere ulaşmaya çalışan gürültücü insanlar, araçlar var yollarda. kimi duruyor, kimi gidiyor, kimi dönüyor. birden yine kendimi güçsüz hissediyorum. kafam karışmış, ne yapacağımı bilemez haldeyim. kulaklarım uğulduyor. sessiz bir yardım çağrısı gönderiyorum - yalnızca bir kişi duyabilsin diye. duyuyor. beni kurtarıyor. beni oradan uzaklara götürüyor. artık korkmuyorum. dut ağaçlarının altından geçiyoruz. kaldırımlarda ezilmiş dutlar.. güneş asfaltı bile eritecek neredeyse, öyle bir sıcak var. tam otobüse binecekken ayağıma sakız yapışıyor. gülüyoruz.

gidiyor. işte arkası dönük, yürüdükçe aramızdaki mesafe artıyor. artık ona dokunamam. peki şimdi ne yapacağım? kim bilir, belki de kitap okurum. çantamdan peynirle dizüstünün arasına sıkışıp kalmış pavese'yi çıkarıyorum. daha birkaç saat önce bu kitabın otuz santimetre kadar üstünde mutlu uyanmıştım, diye düşünüyorum. satır aralarında onu arayarak okumaya başlıyorum. yolculuk kırk beş sayfa sürüyor. ikimizin arasındaki mesafe kırk beş sayfa.

Saturday, 24 May 2008

I hate it when even my own choices end up dominating me.
and this is part of why...

Thursday, 22 May 2008

high hopes

her gün metronun yürüyen merdivenlerini ikişer ikişer koştuğuma bakmamalı, yorgunum ben. yok, hayır. mutsuz değilim. gayet mutlu bir yorgunum ama beni mutlu edenler ve beni yoranlar apayrı şeyler.

bugün uyumak istediğim saatlerde fransızcacı son iki derse gitmedim diye ağzıma sıçmaktaydı; sevgiliyle olmak istediğim saatlerde kafama birkaç latince kök daha sokmaya çalışmakla meşguldüm; dans etmek istediğim saatlerde o kafama sokmaya çalıştığım latince kökleri geri çıkarıp bir kağıttaki boşlukları doldurmak zorundaydım; oturup film izlemek, kitap okumak falan istediğim saatlerde uzaklarda bir apartmanın tepesinde biri beşe biri yediye giden iki çocuğun özel derste başlarını masaya koyup uyumalarını engellemeye çalışıyordum.

şu okul intiharda birinciymiş mesela. bölümümdeki insanların çoğunluğu psikolojik sorunlar yaşıyormuş ve bunun farkındaymış. azınlığı da psikolojik sorunlar yaşıyormuş ama bunun farkında değilmiş. bölümümdeki insanlardan biri dört kere yok olmayı denemiş. kimse fark etmemiş. ben de birkaç kere var olmayı denedim. ikimiz de başaramamışız galiba. halbuki okuduğumuz müthiş(!) okula bakılırsa genel olarak bayağı da başarılı insanlarız. okullarımızın birincisiyiz, dönemimizin en aşmış kırk dilcisiyiz. süperiz.

.......looking beyond the embers of bridges glowing behind usto a glimpse of how green it was on the other side steps taken forwards but sleepwalking back again dragged by the force of some inner tide at a higher altitude with flag unfurled we reached the dizzy heights of that dreamed of world encumbered forever by desire and ambition there's a hunger still unsatisfied our weary eyes still stray to the horizon though down this road we've been so many times the grass was greener the light was brighter the taste was sweeter the nights of wonder with friends surrounded the dawn mist glowing the water flowing the endless river forever and ever........

Monday, 19 May 2008

la pleine lune

yirmi sekiz günde bir


dolunayın şavkı hiçbir yere ulaşmayan merdivene vurur.

Sunday, 11 May 2008

göl saatleri



böyle bir yer gerçekten var. teşvikiye'de, burnumuzun dibinde. ve bu göl haziranda kuruyormuş.
telefon bahanesiyle yalova'ya gitmişken göle de götürüldüm. bir sürü fotograf çektim. çok mutlu oldum.