Tuesday 9 December 2008

John Zerzan ile röportaj

Jensen: Tarihte, toplumsal ilişkilerin tahakküm üzerinde
şekillenmediği bir toplum var olmuş mudur?
Zerzan: Evet, insanlar milyonlarca yıl boyunca böyle
yaşadı. Bu özgür yaşam, yalnızca on bin yıl önce tarımın
ortaya çıkıp ardından da uygarlığı yaratmasıyla yok oldu.
Ve o tarihten beri, böyle bir yaşamın hiçbir zaman var
olmadığına, baskının ve boyun eğişin, "kötü" insan
doğasının panzehiri olduğuna kendimizi inandırmak için
elimizden geleni yaptık. Bu yaklaşıma göre, otorite, bizi,
uygarlık öncesi yoksunluktan, vahşetten ve cehaletten
kurtaran nadide bir kurtarıcıdır. Mağara insanı ve
Neandertal denildiğinde oluşan izlenimleri bir
hatırlasanıza. Bu izlenimler bir kez zihinlerimize
yerleştirildikten sonra, din, hükümet ve angarya
olmadığında ne halde olacağımızı bize hatırlatmak için
kullanılmaktadır. Gerçekten de bu izlenimler,
muhtemelen uygarlığı tümüyle haklı çıkaran en büyük
ideolojik gerekçelerdir.
Ancak sorun şu ki, bu izlenimler tamamen gerçek dışıdır.
Son otuz yıl içinde antropoloji ve arkeoloji alanlarında
adeta bir devrim oldu ve giderek daha fazla kişi,
evcilleşme -hem hayvanları hem de kendimizi
evcilleştirme- ve tarım öncesi yaşamın, ağırlıkla, doğayla
özdeşleşmenin, duygusal bilgeliğin, cinsel eşitliğin ve
sağlığın hüküm sürdüğü bir yaşam olduğunu kabul etme
noktasına geliyor.
Jensen: Bunu nereden biliyoruz?
Zerzan: Kısmen -henüz tamamen yok etmeyi
başaramadığımız- günümüzdeki avcı-toplayıcı
toplulukları inceleyerek ve bu topluluklar doğal
ortamlarından koptuklarında, veya çoğu zaman doğrudan
baskıya, hatta katliamlara maruz kaldıklarında yok olan
eşitlikçi yaşamlarını gözlemleyerek. Ayrıca, eski çağlara
ait arkeolojik bulguları yorumlayarak. Örneğin, antik
toplumların yaşadıkları başlıca yerleşim bölgelerini
incelediğimizde, bir bölgenin pek çok araç gerece, başka
bir bölgenin daha az araç gerece sahip olduğunu gösteren
herhangi bir bulguya rastlamıyoruz. Tersine, her
defasında, tüm bölgelerin aşağı yukarı aynı miktarda araç
gerece sahip olduğunu görüyoruz; bu da o insanların
eşitliği ve paylaşımı esas aldıklarını kanıtlamaktadır.
Üçüncü bir bilgi kaynağı ise, Avrupalı ilk kâşiflerin
değerlendirmeleridir. Bu kâşifler, tekrar tekrar, yerkürenin
her tarafında karşılaştıkları ilkel halkların cömertliğinden
ve erdemliliğinden bahsetmişlerdir.
Jensen: Tüm bunların "vahşiliğin yüceltilmesinden"
ibaret olduğunu söyleyen şüpheci kişilere ne diyorsunuz?
Zerzan: Böylesi kişilere kibarca, konu hakkında daha çok
şey okumalarını öneririm. Bu anlattıklarımın anarşist
teoriyle ilgisi yoktur. Bunlar ortalama bir antropoloji ve
arkeoloji bilgisidir. Bazı ayrıntılar üzerinde görüş
ayrılıkları vardır, ama genel çerçeve anlattığım gibidir.
Jensen: Peki ya kelle avcıları ve yamyamlara ne demeli?
Zerzan: Bizim kültürümüzün, napalm bombaları ve
nükleer silahları icat ettiğini dikkate aldığımızda, diğer
kültürlerin daha küçük ölçekteki şiddetini yargılayacak bir
konumda olup olmadığımızdan doğrusu emin değilim.
Öte yandan, ne kelle avcılığı yapan grupların ne de
yamyamların gerçek avcı-toplayıcı olmadıklarını
belirtmek gerekiyor. Bu guruplar çok önceden tarım
yapmaya başlamışlardı. Tarımın genellikle çalışmayı
arttırdığı, paylaşımı azalttığı, şiddeti körüklediği ve insan
ömrünü daha da kısalttığı artık genel olarak kabul
edilmektedir. Bu, tüm tarım toplumlarının ille de şiddet
uyguladıkları anlamına gelmez, daha ziyade, şiddetin
gerçek avcı-toplayıcıların belirgin özelliği olmadığı
anlamına gelir.
Jensen: Eğer eskiden her şey böylesine mükemmel
idiyse, o zaman tarım neden ortaya çıktı?
Zerzan: Bu oldukça zor bir soru ve uzunca bir zamandan
beridir antropologların ve arkeologların canını
sıkmaktadır. Yüzbinlerce yıl boyunca -yani Aşağı ve Orta
Paleolitik çağlar boyunca- yaşamda son derece küçük
değişimler oldu. Ardından Üst Paleolitik çağda,
birdenbire, nereden çıktığı belli olmayan bir patlamaya
rastlıyoruz; aniden sanat ortaya çıkıyor, sanattan hemen
sonra tarım, onun ardından da din.
Bazı teorisyenler bu ani değişimi, zekâdaki ilerlemeye
dayandırmışlardır, ancak milyonlarca yıl önceki insan
zekâsının bugünküne eşit olduğunu artık biliyoruz.
Örneğin, kısa bir süre önce Nature dergisinde çıkan bir
yazıda, insanların, sekiz yüz bin yıl gibi uzunca bir süre
önce, Mikronezya ve pek çok Pasifik adası civarında
deniz yolculukları yaptıkları belirtiliyordu. Dolayısıyla
uygarlığın daha önce ortaya çıkmamış olmasının, insan
zekâsıyla herhangi bir ilgisi yoktur. Kaldı ki zekâ teorisi
tamamen avutucu ve ırkçı bir rasyonelleştirmedir:
Yeterince zeki olan insanların ille de bizimkisi gibi bir
yaşam kuracaklarını varsaydığı için avutucudur.
Günümüzde ilkel yaşam biçimini tercih eden o insanların,
başka bir yaşamı sürdüremeyecek kadar aptal olduklarını
varsaydığı için de ırkçıdır. Bu mantık şunu demeye
getiriyor; eğer o insanlar yeterince akıllı olsalardı, onlar
da bizler gibi asfalt, ağaç testeresi ve hapishane icat
ederlerdi.
Öte yandan, tarımın, nüfüs artışı sonucu ortaya
çıkmadığını da biliyoruz. Nüfus meselesi hep bir bilmece
olarak kalmıştır: Doğum kontrol teknolojisine sahip
olmayan avcı-toplayıcı insanlar nasıl nüfuslarını
böylesine düşük tutabilmişlerdir? Uzunca bir süre, bu
insanların çocuklarını öldürdükleri ileri sürülmüştür,
ancak bu teori günümüzde sorgulanmaya başlanmıştır.
Bence, gebeliği çeşitli bitkilerle önlemelerine ek olarak, o
insanlar bedenleriyle çok daha uyumlu bir şekilde
yaşamışlardır.
Jensen: Peki insanların yaşam biçimi neden bu kadar
uzun bir süre boyunca istikrarlı oldu ve niçin böylesine
aniden değişti?
Zerzan: Bence iyi gittiği için istikrarlı oldu ve o yaşamın
birdenbire değiştiğini de sanmıyorum. Muhtemelen
binlerce yıl süren ağır bir değişimle yavaş yavaş
işbölümüne doğru ilerledi. İnsanların, neleri kaybetme
tehlikesiyle karşı karşıya olduklarını fark edememeleri
için, bu değişim son derece ağır -neredeyse
hissedilemeyen- bir şekilde gerçekleşmiş olmalıdır.
İşbölümü tarafından yaratılan yabancılaşma -
birbirimizden, bedenlerimizden ve doğal dünyadan
yabancılaşma- böylelikle kritik bir birikim noktasına
ulaştı ve aniden uygarlık olarak adlandırdığımız
patlamaya dönüştü.
Uygarlığın nasıl tutunduğu konusuna gelince, sanırım
Sigmund Freud doğru bir belirlemede bulunmuştur:
"Uygarlık, iktidar ve baskı araçlarının mülkiyetini elde
etmenin yöntemini kavrayan bir azınlık tarafından,
direnen bir çoğunluğa uygulanmış olan bir olgudur."
Bugün olan biten de budur, o nedenle durumun
başlangıçta daha farklı olduğunu düşünmemizi gerektiren
herhangi bir neden yok.
Jensen: İşbölümünün nesi yanlış?
Zerzan: Eğer yaşamdaki başlıca amacınız kitlesel üretim
ise, o zaman herhangi bir yanlışlık yok. Zira mevcut
yaşam biçimimizin merkezinde işbölümü bulunmaktadır.
Buna göre, her insan, bir makinanın çark dişlisi olarak
hareket etmelidir. Ancak başlıca amacınız, bütünlük,
eşitlikçilik, özerklik ve bozulmamış bir dünya ise, o
zaman işbölümünde sayısız yanlışlık var.
İşbölümü genelde modern yaşamın bir "verisi" olarak
görülmektedir ki bu haliyle bile nadiren farkedilmektedir.
Etrafımızda gördüğümüz herşey, işbölümü olmaksızın
mümkün olamazdı. İşte sorun da burada; işbölümünün
eseri olan uygarlık belasından kurtulmak, bizzat
işbölümünün ortadan kaldırılması anlamına gelmektedir.
Sanırım sorunun kaynağı şurada yatmaktadır; kişinin
yaşamı, o kişinin herhangi bir sürecin yanlızca bir
boyutunu yaşamasına, bu sürecin yalnızca küçük bir
parçası olmasına bağlı olduğu sürece, kişi bütün veya
özgür olamaz. Bölünmüş bir yaşam, toplumdaki temel
bölünmüşlüğü yansıtır. Hiyerarşi, yabancılaşma - hepsi bu
noktada başlar. Profesyonellerin ve uzmanların çağdaş
dünya üzerinde etkin bir denetime sahip olduğu veya bu
denetimin her zamankinden çok daha hızlı bir ivme
kazandığı olgusunu kimsenin inkâr edemeyeceğini
sanıyorum.
Jensen: Aynen yiyecek üretiminde olduğu gibi. Her yıl
daha az sayıda firma, giderek yiyecek kaynaklarımızın
daha büyük bir oranını kontrol etmeye başlıyor. Bunu
mümkün kılan tek şey, pek çoğumuzun yiyeceklerimizi
nasıl üreteceğimizi bilmememizdir.
Zerzan: Üstelik sadece yiyecek de değil. Çok değil, kısa
bir süre önce, kendi radyonuzu kendiniz
yapabiliyordunuz. İnsanlar radyolarını hep kendileri
yaparlardı. Hakeza, on yıl önce hâlâ kendi arabanız
üzerinde çalışabiliyordunuz, ama bu bile giderek
zorlaşıyor. Dolayısıyla, gün geçtikçe belirli alanlarda
uzmanlaşan ve belirli teknolojileri denetimleri altında
tutan kişilere daha çok esir düşüyoruz. Başkalarına
haddinden fazla bel bağladığınız zaman, günlük
yaşamınız için gerekli olan şeyleri yapma yeteneğinizi
kaybettiğiniz zaman, bir birey olarak siz de öneminizi
yitirmeye başlarsınız.
Jensen: Peki birbirimize güvenmemiz gerekmiyor mu?
Zerzan: Elbette gerekiyor. Anarşizmin amacı, insanları,
aralarında herhangi bir bağlantı olmayan yalıtılmış
adacıklara dönüştürmek değildir -esasen bunun tam da
tersidir. Ancak, iyi işleyen bir toplumun sağlıklı karşılıklı
bağımlılığı ile, en temel ihtiyaçlarınız için uzmanlaşmış
başka kişilere bel bağlamanın getirdiği tek yönlü
bağımlılık arasındaki farkı anlamak gerekiyor. Tek yönlü
bağımlılık söz konusu olduğunda, uzmanlaşmış
yeteneklere sahip olan kişiler üzerinizde iktidar kurmuş
oluyor. Bu kişilerin "yardımsever" olup olmamaları hiç
önemli değil.
Uzmanlaşmış yeteneklere sahip olan insanlar denetimi
ellerinde tutmak için, bu yeteneklerini koruyup yüceltmek
zorundadırlar. Bu mantığa göre, uzmanlar olmadığında
tamamen yok oluruz; karnımızı doyurmak gibi son derece
basit bir işi bile nasıl yapacağımızı bilemez hale geliriz.
Oysa ki, insanlar iki milyon yıl gibi uzunca bir süre
boyunca karınlarını kendileri doyurdular ve bunu da
bizden çok daha başarılı bir şekilde yaptılar. Mevcut
global yiyecek sistemi son derece yetersiz, insanlık dışı ve
çılgıncadır. Dünyayı böcek zehirleri, gübreler ve yakıt
emisyonlarıyla mahvediyoruz, buna rağmen, milyarlarca
insanın koca bir yaşamı açlık içinde geçiyor. Halbuki,
hiçbir şey kendi yiyeceğinizi üretmek veya toplamak
kadar basit değildir.
Jensen: Geçtiğimiz yıl Peru'daki Japon büyük elçiliğini
işgal eden Tupac Amaru Devrimci Hareketi'nin birkaç
üyesiyle bir röportaj yapmıştım. Görüştüğüm kişiye, bu
hareketin ne istediğini sordum. Bana şu cevabı verdi:
"Kendi yiyeceğimizi kendimiz üretip kendimiz dağıtmak
istiyoruz. Bunu nasıl yapacağımızı gayet iyi biliyoruz;
yalnızca bunu yapmamıza izin verilmesini istiyoruz."
Zerzan: Kesinlikle doğru.
Jensen: Çalışmalarınızda, zaman ile tahakküm arasında
bir ilişki bulunduğunu ileri sürüyorsunuz.
Zerzan: Zaman kültür tarafından icat edilmiştir. Zamanın
kültür dışında varolduğu herhangi bir alan yoktur. Bir
kültürün zamanın tahakkümü altına girme oranı, tam da o
kültürün yabancılaşmasının mutlak ölçüsüdür. Kendimize
şöyle bir bakalım. Yaşamımızdaki her şey zamanla
ölçülmektedir. Zaman, daha önce asla bugünkü kadar
somutlaşıp maddeleşmemiştir.
Jensen: Gerçekten de bir saatin trik trakları elle
dokunulacak kadar somut hale gelmiştir.
Zerzan: Evet saat zamanı somutlaştırıyor; adeta
şeyleştiriyor. Soyut bir kavram maddi bir nesneymiş gibi
ele alındığında, şeyleşme dediğimiz olgu ortaya çıkıyor.
Zamanın bir saniyesinin hiçbir değeri yoktur, ancak ona
bağımsız bir varoluş atfetmek yaşam deneyimimize ters
düşmektedir. Antropolog Lucien Levy-Bruhl şöyle
yazmıştı: "Zaman anlayışımız, insan aklının doğal bir
niteliğiymiş gibi görünüyor, ancak bu bir yanılgıdan
ibarettir. İlkel düşünüş tarzının söz konusu olduğu
yerlerde, böyle bir anlayışa nadiren rastlarız."
"İlkel" insanlar şimdiki zamanda yaşarlar, tıpkı bizlerin de
eğlenirken şimdiki zamanda yaşamamız gibi. Güney
Afrika'daki Mbutiler'in, "mevcut anın doyurucu bir
şekilde yaşanmasıyla, geçmişin ve geleceğin, kendi
başlarının çaresine bakacağına" inandıkları söylenmiştir.
Kuzey Amerika'daki Pawnee'lere göre, yaşamda bir ritim
vardır ama ilerleme yoktur. İlkel insanlar, genellikle
doğum günlerine ilgi duymaz ve ömürlerini ölçmek gibi
şeylerle uğraşmazlar. Gelecek konusunda ise, henüz var
olmayanı kontrol altına almaya pek hevesli değillerdir,
tıpkı doğayı egemenlik altına alma niyetinde olmadıkları
gibi. Mevsim bilincine sahiplerdir, ama bu hiçbir şekilde
mevcut anı onlardan çalan yabancılaşmış bir zaman
bilincine dönüşmez. Bizim böyle bir yaklaşımı anlamamız
oldukça zordur, çünkü, zaman nosyonu benliğimizde
öylesine derin bir kök salmıştır ki, zamanın olmadığını
düşünmek hemen hemen imkânsızdır.
Jensen: Yani saniyelerin sayılmamasından çok daha öte
şeyler söylüyorsunuz.
Zerzan: Ben zamanın var olmamasından söz ediyorum.
Sonsuz bir ilerleme içinde iplikleri çözülen bir yumak
biçimindeki zaman, tüm olayları, kendisi olaylardan
bağımsız kalarak, birbirine bağlayan zaman; böyle bir şey
yoktur. Ardışıklık vardır. Ritim vardır. Ama zaman
yoktur. Zamanın bu şekilde şeyleşmesi, kitlesel üretim ve
işbölümü nosyonuyla bağlantılıdır. Trik, trak, aynen
söylediğiniz gibi: Aynılaşan saniyeler. Aynılaşan insanlar.
Sonsuz bir şekilde tekrarlanan aynılaşmış gündelik işler.
Ancak, iki olayın hiçbir şekilde aynı olmadığını, her anın
bir önceki andan farklı olduğunu anlamaya
başladığınızda, zaman diye bir şey ortada kalmaz. Eğer
olaylar hep bir romandaki gibi cereyan ediyorsa, o zaman
sadece rutin imkânsız hale gelmekle kalmaz, zaman
nosyonu da anlamsızlaşır.
Jensen: Bunun tersi de doğru olabilir.
Zerzan: Kesinlikle. Zamanı dayatmadan, rutin olanı
dayatamazsınız. Freud, tekrar tekrar, uygarlığın
tutunabilmesi için, ilkin, zamansız ve verimsiz mutluluğu
ortadan kaldırması gerektiğine işaret etmiştir. Ben bunun
iki aşamada gerçekleştiğine inanıyorum. Birincisi, tarımın
ortaya çıkışı zamanın önemini arttırdı; özellikle de, yoğun
emek sarfiyatı gerektiren ekim ve biçim dönemlerini ve
takvimleri tutan rahiplere tahsis edilen artı hasadı
belirleyen döngüsel zamanın önemini. Babilliler'in ve
Mayalar'ın yaptığı buydu. Ardından, uygarlığın
yükselişiyle birlikte, -mevsimlerin ritimleriyle olan
bağlantısından dolayı, hiç olmazsa henüz doğal dünyadan
tamamıyla kopmamış olan- döngüsel zaman yerini
çizgisel zamana bıraktı. Çizgisel zamana geçişle birlikte,
tarih ortaya çıkıyor, ardından İlerleme ve onun ardından
da geleceğe tapma. Artık öyle bir noktaya gelmişiz ki, ne
idüğü belirsiz bir gelecek hayali uğruna, türleri, kültürleri
ve muhtemelen tüm dünyayı feda etmeye hazırız. Bir
zamanlar, en azından ütopik bir geleceğe sahiptik, ancak
günümüz toplumu olarak buna bile artık inanmıyoruz.
Aynı dönüşüm kişisel yaşamımızda da gerçekleşmektedir;
belirsiz bir gelecekte mutlu olma umuduyla, mevcut anı
yaşamaktan vazgeçiyoruz; herhalde emekli olduktan
sonra mutlu olacağız, veya belki de ölüp cennete gittikten
sonra. Cennete yapılan vurgunun kendisi, çizgisel
zamanda yaşamaktan duyulan mutsuzluktan
kaynaklanmaktadır.
Jensen: Bana öyle görünüyor ki, çizgisel zaman sadece
doğal ortamın yıkımına yol açmakla kalmıyor, aynı
zamanda bu yıkımdan doğuyor. Ben gençken pek çok
kurbağa vardı. Oysa şimdi daha az kurbağa var. Pek çok
ötücü kuş vardı. Şimdi daha az var. İşte bu çizgisel
zamandır.
Zerzan: Evet, üstelik saatin icadıyla birlikte, çizgisel
zaman mekanik zamana dönüştürüldü. Bu çabanın
merkezinde Hıristiyan Kilisesi bulunuyordu. İktidarlarının
zirvesinde oldukları Ortaçağ'da yaklaşık olarak kırk bin
manastırı yöneten Benediktin papazları, insanları
"saatinde" çalışmaya zorlamakla, insan yaşamının bir
makinanın doğal olmayan ritimlerinin boyunduruğu altına
girmesine yardım etmişlerdir. On dördüncü yüz yıl ilk
kamusal saatlerin yanı sıra, aynı zamanda, saatlerin
dakikalara, dakikaların da saniyelere bölünmesine tanık
oldu.
Bununla birlikte, zaman her adımda direnişle karşılaştı.
Örneğin Temmuz 1830'daki Fransız Devrimin'de, tüm
Paris halkı kendiliğinden meydan saatlerine ateş etmeye
başlamıştır. 1960'lı Yıllarda da (ben dahil) pek çok kişi
saat takmaya son verdi. Hatta bugün bile, çocukların
zamana karşı gösterdiği direnişin kırılması gerekiyor.
Çoğunlukla isteksiz olan bir nüfusa, zorunlu bir okul
sistemi dayatılmasının başlıca nedeni de budur zaten: okul
kişiye, belirli bir zamanda belirli bir yerde olmayı öğretir
ve böylece kişiyi mesleki yaşamına hazırlar. Stüasyonist
Enternasyonal'in üyelerinden biri olan Roul Vaneigem bu
konuda harika bir saptama yapmıştır: "Çocuğun günleri
büyüklerin zamanından yakasını sıyırır; çocukların
zamanı, düşsellikle, tutkuyla ve gerçeklik tarafından
tutsak edilen düşlerle dop doludur. Dışarda ise, kolları
saatli eğitimciler çocukları izlemekte ve onların gelip
saatlerin devrine ayak uyduracakları anı
beklemektedirler."
Jensen: Aynı zamanda rakamların da bizi
yabancılaştırdığını söylemiştiniz.
Zerzan: Büyük bir ailenin üyeleri sofraya oturduklarında,
birinin eksik olup olmadığını, sayım yapmaksızın, anında
bilirler. Sayı, ancak şeyler homojenleştirildiğinde gerekli
hale gelir. Kaldı ki sayı sistemi öyle tüm halklar
tarafından da kullanılmamaktadır. Örneğin Yanomamolar
ikinin ötesinde saymazlar. İkinin ötesini saymamalarının
nedeni aptal olmaları değildir; esasen dünya ile farklı bir
ilişki içindedirler.
Yabanıl varlıkların köleleştirilip hasada dökülmesiyle
birlikte ortaya çıkan ilk sayı sistemi, kuşku yok ki,
evcilleştirilen hayvanların sayılması için geliştirilmişti.
Ardından, yaklaşık olarak beş bin yıl önce Sümerlerin,
ticareti kolaylaştırmak amacıyla matematiği kullandığını
görüyoruz. Daha sonra Euclid, mülkiyet ve vergilendirme
gibi nedenlerle tarlaların ölçülmesi ve köle emeğinin
tahsisatı için -kelime anlamı "toprağın ölçülmesi" olangeometriyi
geliştirdi. Aynı zorunluluk bugün bilimi
yönlendiriyor; öyle ki, artık koca bir evreni ölçüp biçerek
köleleştirmeye çalışıyoruz. Bir kez daha belirteyim; bu
anlattıklarımın özgün anarşist teoriyle bir ilgisi yoktur.
Pek çok kişi tarafından modern bilimin babası olarak
değerlendirilen René Descartes, bilimin amacının "bizi
doğanın efendisi ve sahibi yapmak" olduğunu ifade
etmiştir. Descartes ayrıca, evreni, tahakkümün bu iki
biçimini -yani sayıları ve zamanı- birbirine sıkıca
bağlayan devasa bir saat düzeneği olarak tanımlamıştır.
Jensen: Peki teknolojinin ilerlemesi basitçe meraktan
kaynaklanıyor olamaz mı?
Zerzan: İnsanlar bunu bir nakarat gibi tekrarlayıp
duruyorlar: "Cinleri tekrar şişeye koyamazsınız";
"İnsanlardan bildiklerini unutmalarını istiyorsunuz" deyip
duruyorlar. Oysa bu yalnızca, mevcut çılgınlığı, insan
doğası deyip rasyonelleştirmenin bir başka yoludur. Ve bu
yaklaşım eski ırkçı zekâ teorisinin yeni bir
varyasyonudur: Hopiler çapayı icat etmediklerine göre,
merak sahibi olmasalar gerek. Elbette insanlar doğal
olarak meraklıdır -ama neyi merak ederler? Sen veya ben
nötron bombası yapmak ister miydik? Elbette hayır.
Demek oluyor ki, benim nötron bombası yapmak
istemeyişim, meraklı olmadığım anlamına gelmez. Yani
merak değerlerden bağımsız değildir. Belirli merak
biçimleri belirli mantıkların ürünüdür ve bizim
kültürümüzün sahip olduğu merak, basit bir eğilimi veya
öğrenme arzusunu değil, yabancılaşmanın mantığını izler.
Jensen: Yabancılaşma sizin için neyi ifade ediyor?
Zerzan: Karl Marks yabancılaşmayı, üretim araçlarından
kopma biçiminde tanımlamıştır; bizim şeyleri kendi
kullanımımız için üretmemiz yerine, emeğimizin ürünleri
sistem tarafından bize kaşı kullanılmaktadır. Ben bu
tanımı bir adım daha ileriye götürerek, yabancılaşmanın,
kendi kişisel deneyimlerimizden uzaklaşma, doğal var
oluş biçimimizden çıkma anlamına geldiğini söylemek
istiyorum. Dünya ne kadar teknolojikleşip yapaylaşıyorsa,
doğal ortam ne kadar yok oluyorsa, biz de o kadar
yabancılaşıyoruz.
Sanıyorum evcilleşme-öncesi insanlar, kendi özleriyle,
aklımızın ucundan bile geçmeyecek bir ilişki içindeydi -
örneğin duyular düzeyinde. Laurens Van der Post, güney
Afrika'daki kabile halklarından biri olan Sanların, tek
motorlu bir uçağın sesini yetmiş mil öteden duyduklarını
ve Jüpiter gezegeninin dört uydusunu çıplak gözle
gördüklerini söylemiştir. Post ayrıca, Sanların, bir fil, bir
aslan ve bir antilop olmanın ne demek olduğunu biliyor
gibi göründüklerini belirtmiştir. Daha da önemlisi,
Sanların bu kavrayışına, söz konusu bu hayvanlar
tarafından da karşılık verilmiştir. Avrupalı ilk kâşifler,
vahşi hayvanların başlangıçta insanlardan korkmadıkları
konusunda sayısız örnekler vermişlerdir.
Jensen: Geçtiğimiz yıl bir arşivi karıştırırken, kuzey
Kanada'ya ayak basan ilk beyaz adam olan on sekizinciyüzyıl
kâşifi Samuel Hearne tarafından yazılan bir yazıyla
karşılaştım. Hearne yazısında, Kızılderili çocuklarının
kurt yavrularıyla oynayışlarından söz ediyor. Çocuklar
kurt yavrularının yüzlerini toprak boyasıyla kırmızıya
boyuyorlar ve onlarla yeterince oynadıktan sonra,
yavruları incitmeden mağaralarına geri götürüyorlarmış.
Ve bu durum, ne yavruların ne de yaşlı kurtların
umurundaymış.
Zerzan: Oysa şimdi uçaklardan ateş ederek kurtları
kurşuna diziyoruz. İşte, alın size ilerleme.
Jensen: Daha geniş ölçekte bakmak gerekirse, ilerleme ne
anlama geldi?
Zerzan: İlerleme ekolojik bir felaket ve bireyin neredeyse
tamamen insanlıktan çıkması anlamına geldi. Sanırım
artık daha az insan ilerlemeye inanıyor, ama çoğu kişi
ilerlemeyi hâlâ kaçınılmaz olarak görmektedir. Elbette
ilerlemenin kaçınılmazlığını kabul edecek şekilde
koşullandırılmışız; hatta ilerlemeye tutsak edilmişiz.
İlerleme düşüncesinin günümüzdeki amacı ise, insanları
giderek teknolojiye bağımlı hale getirmektir. Örneğin,
sağlığımızı korumamız için, tıp alanındaki yüksek
teknolojiye ihtiyacımız var, ama öte yandan, mevcut
sağlık sorunlarımızın esasen teknoloji tarafından
yaratıldığı olgusunu unutmuş gibi görünüyoruz. Yalnızca
kimyasal maddelerin yol açtığı kanser hastalıkları değil,
neredeyse tüm hastalıklar, ya uygarlık ile
yabancılaşmanın ya da doğal yaşam alanlarının büyük
oranda yok olmasının sonuçlarıdır.
Jensen: Örneğin ben, sanayileşmemiş toplumlarda pek
duyulmayan ama sanayileşmiş toplumlarda giderek
yaygınlaşan Crohn hastalığı adlı bir sindirim rahatsızlığı
yaşamaktayım. Endüstriyel uygarlık adeta benim
bağırsaklarımı tüketme pahasına ilerliyor.
Zerzan: Sanıyorum pek çok kişi ilerleme efsanesinin
içinin ne kadar boş olduğunu anlamaya başlıyor. Esasen
sistemin başındaki yöneticiler bile artık ilerleme
sözcüğünü pek fazla kullanmıyorlar. Bu yöneticiler artık
ataletten söz ediyorlar, yani şöyle demek istiyorlar: "Her
şey ortada. Ya katlanırsınız ya da hapı yutarsınız."
Şimdilerde hiç kimse Amerikan Rüyası'ndan veya
"muhteşem yeni yarınlar"dan falan bahsetmiyor. İnsan
soyu global ölçekte artık dibe vurmuş durumda.
Günümüzde asıl mesele, hangisinin işçileri daha çok
sömürüp çevreyi daha çok yok etmesi hususunda çok
uluslu şirketler arasında süren rekabettir. Bireysel
düzlemdeki rekabet de aynı şekilde işlemektedir. Eğer
bilgisayarlardan anlamazsanız, iş bulamazsınız. İşte
ilerlemenin bizi getirdiği yer burasıdır.
Tüm -bunlara rağmen, ben yine de iyimserim, çünkü, bir
bütün olarak yaşam tarzımızın yapmacıklığı daha önce
hiçbir zaman -en azından görmek isteyenler için- bugün
kü kadar açığa çıkmamıştır.
Jensen: Yalanlara rağmen gerçeği görmeyi başarsak bile,
yapabileceğimiz bir şey kaldı mı geriye?
Zerzan: Yapılması gereken ilk şey, statükoyu sorgulamak
ve bu ölüm-kalım meselelerini, inkâr etmek yerine, bu
sorunları ele alan yaygın bir söylem oluşturmaktır. Bu
inkârcı yaklaşım artık daha fazla sürdürülemez, çünkü,
gerçek ile bize anlatılanlar arasında oldukça keskin bir
karşıtlık bulunmaktadır; hele de bu ülkede.
Ya da belki yanılıyorum. Belki de sonsuza dek bu
karşıtlıkla birlikte yaşayacağız. Unabomber
manifestosunda, insanların, doğal dünyanın, özgürlüğün
ve tatminin artık ortadan tamamen kalktığını bile
farkedemeyecek kadar koşullandırılabileceğini
belirtmiştir. Hazımsız ve nevrotik bir şekilde ortalıkta
topallayarak, hergün Prozac ilaçlarını alacak ve herşeyin
bundan ibaret olduğunu sanıp duracaklardır.
Unabomber olayı, bu toplumdaki verili söylemi neden
yeniden tanımlamamız gerektiği bağlamında mükemmel
bir örnektir. Unabomber'ın yaklaşımı öylesine
bastırılmıştır ki, düşüncelerini ifade edebilmek için
insanları öldürmek zorunda olduğunu düşünmüştür. Bu
ise toplumsal tartışmalarımıza hakim olan inkar ve
baskının boyutunu gayet iyi bir şekilde ortaya
koymaktadır. Bu inkar küçük reformlarla değişmeyeceği
gibi, gezegenimiz de artıkların yeniden dönüştürülmesiyle
kurtarılamaz. Böylesi ihtimalleri ciddiye almak sadece
aptalca değil, aynı zamanda suçtur da. Olup biteni görmek
zorundayız. Gerçeklik ile karşı karşıya geldikten sonra,
ancak o zaman bu gerçekliği nasıl değiştirebileceğimiz
üzerine kafa yorabiliriz.
Ben kişi olarak umudumu, her alandaki aleni
yoksullaşmanın insanları sistemi sorgulamaya ve sisteme
karşı koyacak iradeyi toplamaya sevk edeceğine
bağlıyorum. Herhalde şu sıralar şafak öncesi
karanlıktayız. Herbert Marcuse'ün One Dimensional Man
(Tek Boyutlu İnsan) adlı kitabının, 1964 yılları civarında
yayınlandığı günler hâlâ aklımda. Marcuse kitabında,
insanların modern tüketim toplumu tarafından, hiçbir
değişim umudu kalmayacak ölçüde maniple edildiğini
söylüyordu. Ama çok geçmeden, iki yıl içinde insanlar
ayağa kalktılar. Altmışlı yıllar benim kişisel
iyimserliğimin oluşumuna yardımcı oldu. Doğru bir
zamanda doğru bir yerdeydim; önce Stansford'da kolejde,
ardından da, Berkeley'in karşı koyundaki Haight-
Ashbury'de yaşadım. Altmışlı yılların, yapılması
gerekenin kenarından bile geçmediğini söyleyen insanlara
katılıyorum, ancak bu yıllar bize bir olabilirlik duygusu
kazandırdı; yani toplumun her zaman farklı bir yol bulma
şansı vardır.
Elbette işler umulduğu gibi gitmedi, ama otuz yıl sonra
bile ben hâlâ o olabilirlik duygusunu taşıyorum ve berbat
ve ruhsuz bir dönemde yaşıyor olmamıza rağmen, o
duygu içimi ısıtıyor. Bazen, günümüzdeki gençlerin
umutlu olduklarını gördüğümde şaşırıp kalıyorum, çünkü
bu gençlerin bir hareketin kısmi başarılarını görüp
görmediklerinden bile emin değilim.
Jensen: Bazıları altmışlı yılların toplumsal değişimin son
büyük patlaması olduğunu ve o yıllardan itibaren herşeyin
baş aşağı gittiğini söylüyor.
Zerzan: Bazen ben de böyle düşünüyorum, sanki büyük
bir patlama olmuş ve bu patlamadan sonra herşey
soğumuş. 1976'daki punk patlaması çok heyecan
vericiydi, ama bu patlamanın yeni bir değişim dalgası
başlatacağı pek düşünülmüyordu.
Bence altmışlı yıllardan çok daha büyük bir patlamaya
doğru yaklaşıyoruz; bunun nedeni sadece artık ölümkalım
noktasına gelmiş olmamız değil, aynı zamanda
geçmişe oranla artık daha az yanılgıya sahip olmamızdır.
O zamanlar, yani altmışlı yıllarda, inanılmaz bir idealizm
düzeyine sahiptik, ne var ki bu idealizm önemli ölçüde
yanlış konumlanmıştı. Değişimi gerçekleştirmenin çok
önemli çabalar gerektirmediğine inanıyorduk. Kurumlara
gözü kapalı bir şekilde güvenmiş ve ayrıntılar üzerinde
fazlaca kafa yormamıştık. Ayaklarımız yere basmıyordu.
İşte eğer o devrimci enerji bugün yeniden geri gelse, o
zamankinden çok daha etkili olacaktır.
Jensen: Elements of Refusal (Reddedişin Unsurları) adlı
kitabınızda, içinde bulunduğumuz yüzyılın başlarında,
ortalıkta ne kadar çok devrimci enerji bulunduğundan söz
ediyorsunuz. Birçok bakımdan, diyorsunuz, Birinci
Dünya Savaşı bu enerjiyi şiddet aracılığıyla ortadan
kaldırmaya yönelen devlet destekli bir girişimdi.
Zerzan: Savaş, hiç şüphe yok ki, her zaman iyi bir
bahane gerektirir; hele de devletin gerçek düşmanları
kendi vatandaşları olduklarında. Arşidük Ferdinand'ın
suikastle öldürülmesi, ölmekte olan Avusturya-
Macaristan rejiminin ihtiyaçlarına uyuyordu, ama savaşa
yol açan şey hiç de bu değildi.
Savaşın gerçek nedeninin, Avrupa'nın her tarafındaki
muazzam huzursuzluk olduğuna inanıyorum. 1913 ve
1914 Yıllarında Rusya baştan başa yoğun grevlerle
sarsılıyordu. Avusturya-Macaristan içsavaşın eşiğindeydi.
Devrimci hareketler ve radikal sendikalar Amerika
Birleşik Devletleri, Almanya, Fransa, İtalya ve
İngiltere'de yükselişe geçmişti. İngiltere Kralı V. George
bile, savaşın hemen arifesinde, 1914 yazında "En sorumlu
ve ağırbaşlı yurttaşlarımın ağzında içsavaş çığlığı
dolaşıyor" derken bu gerçeğe işaret ediyordu. Bir
patlamanın gerçekleşmesi gerekiyordu, ama bu patlama
nasıl gerçekleşecek ve kime yönelecekti? Sözkonusu
devrimci enerjinin boşalımını uzun ve anlamsız bir savaş
aracılığıyla kontrol etmekten daha iyi bir yöntem olabilir
miydi?Üstelik bu işe de yaradı. Çoğu sendika ve sol parti
savaşı destekledi, desteklemeyenler ise -ABD'deki
Wobbliler gibi- devlet tarafından tamamen ortadan
kaldırıldı. Savaştan sonra, çok az insan devrimi savunma
cesareti gösterdi, ancak bu kişiler, aynen Mussolini ve
Bolşevikler örneğinde olduğu gibi, gerçek devrimciler
değil, savaş sonrasında ortaya çıkan boşluğu kendi
çıkarları doğrultusunda kullanan oportünistlerdi.
Jensen: Sizce günümüzdeki tüm bu yabancılaşma nereye
kadar gidecektir? Bir patlamaya dönüşecek midir?
Zerzan: Bilmiyorum. Ancak, sanıldığı gibi mutlu, tasasız
tüketiciler olmadığımızdan kesinlikle eminim. Böyle
olduğumuzu sanabiliriz ama, vücutlarımız herşeyi daha
iyi biliyor. Kısa bir süre önce Elaine Showalter'in
Hystories: Hysterical Epidemics and Modern Culture
(Histeri Hikâyeleri: Histeri Salgınları ve Modern Kültür)
adlı kitabını inceledim. Showalter kitabında doksanlı
yılların "histerileri"nden söz ediyor. Kronik Bitkinlik
Sendromu, Körfez Savaşı Sendromu, yeniden
düzenlenmiş hafıza, şeytana tapma vb. Pek çok kişi bu
kitaptan rahatsız oldu, sanki Showalter bu sorunların tüm
insanların kafasını meşgul ettiğini söylüyormuş gibi. Ama
bana öyle geliyor ki, Showalter çok daha çarpıcı bir
olguya işaret ediyor; hepimiz öylesine mutsuzuz ve
mutsuzluğumuzu öylesine kökten inkar ediyoruz ki, bu
krizler fiziksel nedenlerle veya bu nedenler olmaksızın
ortaya çıkıyor. Showalter'ın yaklaşımının, sözgelimi
Körfez Savaşı Sendromu örneğinde, hükümeti temyize
çıkardığı iddia edilebilir. Oysa aslında Showalter'ın
teorisi, hükümetin Amerikalıları zehirlediği teorisinden
çok daha radikaldir; Amerikalılar hükümetleri tarafından
o kadar çok zehirlenmişlerdir ki bu iş artık bir klişeye
dönüşmüştür. Modern yaşamın çığ gibi psikojenik
hastalıklar üretecek kadar sakatlayıcı, yabancılaşmış ve
tuhaflaşmış olduğunu söylemek, bundan sadece hükümeti
değil tüm sistemi sorumlu tutmak anlamına gelir.
Jensen: İyi ama, kendi hükümetimiz tarafından
zehirlenmemiz ne anlama geliyor? Bu henüz üzerinde
durmadığımız bir sorun: yani günün birinde sürdürülebilir
bir yaşam kurmayı öğrensek bile, bu yeni yaşamımızı
ortadan kaldırmak üzere ortaya çıkacak olan güçlerle baş
etmek zorunda kalabiliriz. Biz sürdürülebilir cemaatler
geliştirdiğimizde ve egemen kültür de kaynaklarımızı
elimizden almak istediğinde neler olacağını hepimiz
biliyoruz; cemaatlerimiz ortadan kaldırılacak ve
kaynaklarımız çalınacaktır.
Zerzan: Evet bu bir gerçekliktir. Şiddetin zorunlu karşılık
olmadığını düşünmek isteriz, ama doğrusu ben bundan
emin değilim. Şüphesiz, çalkantılar yeterince büyük
olursa, şiddete pek fazla ihtiyaç olmayacaktır. Mayıs
1968'de on milyon Fransız işçisi -ister fabrika işçisi deyin
ister gök bilimci- ani bir greve giderek işyerlerini işgal
etmeye başladı. Öğrenci gösterileri kıvılcımı çaktı, ancak
olaylar bir kez başlayınca, tüm bu hoşnutsuzluklar peş
peşe ortaya döküldü. Polis ve ordu tam anlamıyla
çaresizdi, çünkü neredeyse ülkenin tümü olaylara
katılmıştı. Hükümet bir ara NATO kuvvetlerine
başvurmayı düşündü. Ne yazık ki, kendi daha az radikal
olan gündemlerini devrimci enerjiye tercih etmek isteyen
solcular ve sendikalar sayesinde, ayaklanma kontrol altına
alındı. Ama kısa süreliğine de olsa halk gerçekten ülkenin
kontrolünü ele geçirdi. Ve bu ayaklanma tamamen
şiddetsiz bir ayaklanmaydı.
Jensen: Ama ayaklanma hiçbir uzun vadeli değişim
yaratamadı.
Zerzan: Hayır, ama devletin baskı güçlerinin aslında ne
kadar kırılgan olduğunu gösterdi. Böylesine kitlesel bir
ayaklanma karşısında devlet çaresizdir. Aynı şeyi, Sovyetler
Birliği ve Doğu blokundaki devlet kapitalizmi yıkıldığında
bir kez daha gördük. Bu yıkım esnasında pek de fazla şiddet
yoktu. Bu ülkelerdeki devlet kapitalizmi aniden olduğu gibi
çöktü. Elbette bu çöküşün herhangi bir radikal değişim
yarattığını söylemiyorum, sadece tarihte -hatta günümüzde
bile- bir çok kansız ayaklanmanın gerçekleşebildiğine işaret
ediyorum.
Jensen: Peki şiddet söz konusu olduğunda bu şiddete
mantıklı ve etkin bir şekilde nasıl karşılık verilebilir? Baskıyı
ortadan kaldırmak için, baskıcılara baskı yapmak zorunda
kalınabileceği olgusunu içine sindirebiliyor musun?
Zerzan: İşte bu çok zor bir nokta. Kristof Kolomb bu
kıyılara çıktığında, barışçıl yerli halk kollarını açarak onu
karşıladı. Bana sorarsanız, yapılması gereken en zarif şey
onun boğazını kesmekti. Buna pek kimsenin itiraz edeceğini
sanmıyorum, itiraz edenler varsa bile, bunlar muhtemelen
kendilerine, ailelerine ve cemaatlerine yönelmiş bir şiddet
deneyimi yaşamamış olanlardır. Ancak burada bir soru
ortaya çıkıyor: şiddet kullanma düşüncesi bu barışçıl halka
nereden bulaşmış olacaktı? Bu onların yöntemi değildi.
Belki de yenmemiz gerekenlere benzememiz gerekecek.
Alman filozofu Theodore Adorno yabancılaşmanın
üstesinden yabancılaşma ile gelinmesinden söz ediyor. Bu
nasıl olacak? Bilmiyorum, ama bu konu üzerine
düşünüyorum. En iyi şekilde nasıl katkı sunabileceğim
konusunda çok düşündüm -ve üstelik pek çok kişiye oranla
çok daha fazla seçeneğe sahip olmak gibi bir ayrıcalığım
olduğunu da fark ettim- ama şimdilik kültürel eleştiriyle
yetinmeyi uygun buluyorum. Benim için sözcükler tüfekten
çok daha iyi bir silah.
Jensen: Açıkçası ben de aynı şeyi seçtim. Ama yine de her
sabah uyandığımda, kendi kendime soruyorum, yazsam mı
daha iyi yoksa bir barajı uçursam mı daha iyi; çünkü
Kuzeybatı kıyılarındaki som balıkları sözcüklerin
yokluğundan dolayı değil, barajın varlığından dolayı
öldürülüyor. Eylemle ne kadar öldürüyorsak eylemsizlikle de
en az o kadar öldürüyoruz.
Zerzan: Bu bana punk-rock grubu X'in şarkıcısı olan Exene
Cervenka'nın bir sözünü anımsattı. Şöyle demişti; "Ben
(Unabomber Ted) Kazinski'den çok daha fazla kişi
öldürdüm, çünkü son on beş yılda ben bir sürü vergi verdim,
o ise hiç vermedi." Bu söz hepimizin bu suça ortak olduğunu
yansıtmaktadır.
Oregon Üniversitesin'de kısa bir süre önce yaptığım bir
konuşmada bu konulara epeyce değindim. Konuşmamın
sonlarına doğru şöyle demiştim: "Sistemi devirme çağrısının
saçma göründüğünü biliyorum, ama aklıma gelen ve üstelik
çok daha saçma olan tek şey de sistemin olduğu gibi
sürmesine izin vermektir."
Jensen: Dörtbir yanımızı saran bu yabancılaşmanın çöküşe
ve ardından da yenilenmeye doğru gittiğini nereden
biliyoruz? Çok daha yoğun bir yabancılaşmaya doğru
gidiliyor olamaz mı?
Zerzan: Bu hasarın ne kadar ters tepiyor olması sorunudur.
Tarihin bazı anlarında, fiziksel dünya dengemizi bozacak
kadar bizi rahatsız ettiğinde, herhangi bir durum bir anda
tersine döner. Bana muazzam bir umut veren yaşanmış
harika bir öykü var: Pavlov'un laboratuvarındaki köpekler
belirli uyarımlara tepki verecek şekilde koşullandırılmıştı.
Ayrıca tamamen eğitilip evcilleştirilmişlerdi. Ama
köpeklerin yaşadığı bodrumu su bastığında, göz açılıp
kapanıncaya kadar öğrendikleri herşeyi unutmuşlardı. Bizler
de aynı şeyi en azından onlar kadar iyi yapabilmeliyiz.