Thursday 5 July 2012

fort/da

fort

batan gemilerimde
batırdığım gemilerde
hani şu, dümen elimdeyken,
şuurum yerindeyken,
seni kaybetmek için
diplere sürdüğüm
kocaman gemilerde

şimdi küçük küçük küçük
canlılar yaşıyor.

yıkık güvertedeki
çirkin plankton yavrusu
yıldız ışığında
suyun müziğinde
sarhoşça salınıyor.

bense karadayım
karalar bağlıyorum
sen yoksun diye.

da

derken sen yüzeye çıkıyorsun
çok kısa bir süre, görüyorum
hayattasın
yorgunsun

saudade
retrouvailles
razbliuto

angst

zaman geçtikçe, hatırladıkça ve düşündükçe
kötü anılar çok daha berbat hale geliyor
iyi anılar git gide daha iyi hale geliyor
hisler, deneyimler, kanılar, yargılar
büyüyor büyüyor büyüyorlar
beni rahat bırakmıyorlar
hakim olamıyorum
durduramıyorum
patlayacaklar
yutacaklar
beni
ah

Saturday 23 June 2012

cumartesi

eminönünde kardeşlerimi bekliyorum. sırf zaman geçirmek için yaşlı bir adamla konuştum, balık ekmek yedim, bir sürü su içtim. turşu suyu bile... lahanalarından birazını yedim, salatalıkları bıraktım, çok yumuşaklardı. limonatalarda gözüm kaldı. biraz ayakta durdum, sonra tahta kanepelerde yer buldum. çok uzun süredir bekliyorum. yolda çişimin gelmesinden ve çocuklar geldiğinde bir türlü modumu bulamayıp sıkıcı bi abla olmaktan korkarak bekliyorum. hangisi daha kötü diye düşünüyorum, bilemiyorum. birkaç gün önce çok neşeli ve yaratıcı biriydim. ağzımdan çıkan her söz güldürüklüydü. birlikte çok eğlenilebilecek biriydim. ama kardeşlerimi beklediğim bu gün, kendimi miflon terlik gibi hissediyorum. daha erken saatlerde pek tanımadığım biriyle oturdum bir bahçede. müzik konuştuk. daha doğrusu o, sevdiğimi söylediğim grubun bütün albümlerini ve şarkılarını saydı makine gibi. yıllarını bile söyledi. biranın tadı güzel geldi ama muhabbette iş yoktu. ses vardı, görüntü yoktu. su vardı, ekmek yoktu. oradan kaçtım, dans atölyesine gittim. herkes parendeler atarak uçuyordu. biraz ben de uçmayı denedim. biralar karnımda çalkalandı. ayağımın baş parmağı ağrıdı ve hareketleri aklımda tutamadım. dersin çoğunu kenardan izledim. çıkınca da yorgunum demedim, bütün yolu yürüdüm. güneşin altında köprüyü, havada boğulan balıkları geçip buraya geldim. keşke bir yerde durup tuvalete girseydim. kesin otobüste çişim gelecek.

Friday 15 June 2012

Scarlatti Tilt 2 - cohabitation difficile

"It's very hard to live in an empty apartment in Şirinevler with two cats of which one is deaf and on heat." That's what she thought to herself as she jumped off the balcony.

Sunday 27 May 2012

Kadının Sol Kolu


Sabah gözlerini açtığında gördüğü ilk şey bir el lekesi oldu. İkinci elciden dün aldığı gardırobun sol kapağında bir sol el lekesi. Dolabı getiren hamalların elidir, diye düşündü. Ya da belki ikinci elcinin. Daha önce dolabı incelemiş, kapaklarının kapanırken birbirine sürttüğünü görünce almaktan vazgeçmiş başka müşterilerin de olabilirdi. Dolabın önceki sahibinin de… İyi silememişim demek ki, dedi kendi kendine.

Bu lekeyi bırakan elin kendi eli olmadığına o kadar da emindi işte. Çünkü o, daha birkaç hafta önce sol kolunu tümden aldırmıştı. Yok, öyle habis bir hastalıktan filan değil; kendi isteğiyle aldırmıştı. Ona sorsanız, çok da iyi yapmıştı. Önceleri yüzü hep ölüme dönüktü. Gereksiz bulurdu yaşamayı. Ona göre yaşayan bunca canlı, ağaçlar, hayvanlar hep dünya denen koca toparlak taşı sarmış fena yaratıklar gibiydi. Hani nasıl dışarıda bıraktığınız yiyeceği bir hafta sonra allı yeşilli küfler, böcekler, sinekler içinde bulursunuz, dünya da öyleydi. Sadece onun çok daha uzun bırakılmışı. Bu çirkin, lüzumsuz oluşumun bir parçası olmak istemiyordu.

Eh, demişti. Madem bu kadar ölmek istiyorum, işe sol kolumdan başlayabilirim. Gitti doktorlara, nah bu benim sol kolum bana fazla, kesin gitsin, dedi. Onları ikna edebilmek için sağdan soldan duyduğu, daha önce başarılı olmuş taktikleri de uyguladı. Doğduğumdan beri yanlış bedende yaşıyorum, kendimi hiç bu sol kola ait hissetmedim. Sol kolum beni ben olmaktan alıkoyuyor. Zaten çoğu zaman sanki sol kolum yokmuş gibi yaşıyorum, onu hiç kullanmıyorum. Aynada sol kolumu gördüğümde kendimden tiksiniyorum, dedi.

Doktorlar şaşkındı, ama birinin sapasağlam, sorunsuz işleyebilen bir uzvundan kurtulmak istemesi ilk defa olmuyordu. İnsanların bazen başkalarının gözünde kabul görmek, bazen kendi kendilerini kabullenebilmek için bedenlerine yaptıklarının sonu yoktu. Kendine çirkin gelen benleri aldırmak, burun kemiklerini törpületmek, göğüslerini küçülttürmek yasalara göre mümkündü. Biri takılan protez bir uzuvdan vazgeçebilirdi, onu ne kadar uzun süre kullanmış olsa da, o protez ne kadar onun hayatının bir parçası haline gelmiş olsa da bir gün gelip ben bu protezi artık istemiyorum diyebilirdi. İnsan saçını sıfıra vurabilirdi. Doğuştan fazla olan bir parmağını aldırabilirdi. Penisini kestirip vajina yaptırabilirdi. Belini inceltmek için kaburga kemiğini aldıran bile vardı. Yediği içtiği ayrı gitmeyen, nefesi aynı kokan sevgililer, eşler birbirinden ayrılırdı. İnsan bu ya, parasız kalınca böbreğini satardı. Rahminde büyümekte olan bebekten vazgeçebilirdi. Türlü ilaçlar alıp hormonlarını değiştirebilirdi. Gerçekten ölmek isteyen insanın ölmesine de mani olunamazdı. Öyleyse bu sol kolundan kurtulmak isteyen kadına neden itiraz etsinlerdi. 

Kadın, bu kararı verirken aklının başında olduğunu gösteren birtakım belgeleri teslim etti ve çok geçmeden ameliyata alındı. Anesteziden uyandığında farklı biriydi. Zafer ve başarı duygusuyla doluydu. İstediği olmuştu işte. Artık, bedeninin bu haliyle alışması gereken koca bir hayat vardı önünde. Klavyeyi beş parmak kullanacaktı, temizliğini tek elle yapacaktı, ekmeğini tek eliyle bölecekti. Başka insanlar onu tek kollu haliyle yeniden tanıyacaktı. Herkese kolunu kestirişinin hikayesini anlatacaktı. Kolunun olması ya da olmaması değil, böyle bir işe kalkışmış olması olacaktı onun kim olduğunu söyleyen. Ne kolunu bir kazada veyahut bir hastalıkla kaybetmiş olanlar anlayacaktı onu, ne iki koluyla mutlu mesut gezenler. Sol kolunun göründüğü fotoğraflara bakacaktı. Rüyalarında sol kolu yerinde olacaktı. Uyanıkken de bazen o varmış gibi hissedecekti. Var ile yoku dibine kadar deneyimleyecekti. O hissiz halinden eser kalmamıştı. Sol kolunu özlemek bile ne güçlü bir histi. Beşinci katta oturuyordu, şehirde onca kule vardı, marketlerde onca delici, kesici alet üç otuz paraya satılıyordu, eczaneler tepeleme zehir doluydu. Bu sefer o yaşamak istiyordu ama. Güneşte uzanmak, bir sürü kitap okumak, tek eliyle o beşinci kata kedi kumu taşımak istiyordu. Konuşmak istiyordu, dinlemek istiyordu. Biraz azalmak onu çoğaltmıştı. Ne diye azalmadan bir türlü çoğalamadığını düşünüyor, biraz üzülüyor biraz seviniyordu. İşte kadın sol kolunu böyle kestirmişti. Ona sorsanız, çok da iyi yapmıştı. 

Tuesday 22 May 2012

morning sickness

I keep having these strange dreams
in which I become restored
to some state of love
and submission
oh damn it!
I soon wake up
to my empty room
not knowing what to feel
I sit and wait till the vibes cease

Friday 18 May 2012

Mayıs

"Bu mayıstan başka her şeye benzeyen soğuk bin dokuz yüz kırk altı mayısına kızıyorum."

(Sait Faik)