Friday 25 April 2008

wuthering heights...


...are wuthering, green and gray.

Thursday 24 April 2008

eve dönüş

episod bir

yine duvarlar, gökyüzü, ağaçlar, sular üstüme üstüme geliyordu. sanki içim iki katlıydı da üst kat çökmüş, her şey birbirine girmiş, boşluk üste çıkmıştı. üst üste sabahlanmış geceler, beşiktaş sahilinde rüzgara karşı içişler, verilmesi gereken kararlar, yanıtlanması gereken sorular ruhumu ve bedenimi zayıf kılmıştı. yutkunamıyordum. inadına duş aldım, güzel giyindim, dışarı çıktım. makroobjektifimle yurdun arka tarafındaki yavru kedilerin falan fotoğrafını çekerek sakinleşmeye çalıştım. karnım da çok açtı. bir şeyler yemek üzere yola koyuldum. belki bu arada ne zaman gideceğime de karar verir, biletimi alırdım.

episod iki

nefes aldıkça boşluk büyüyordu. o an keşke benim de bi mavi bi kırmızı hap seçeneğim olsa, hemen mavi hapı alıp eve dönsem, hiçbir şey olmamış/yokmuş gibi uyansam... diye düşündüm. sonra aklıma her şeyi şarj edebilme yeteneğimden bile önce sahip olduğum süper gücüm geldi. benim de bi kırmızı bi yeşil sakızım vardı. ikisini karıştırınca karpuzlu sakız oluyordu. öyle yaptım. sakızın tadı kaçana kadar kendimi çok iyi hissettim. ama sakız boğazıma pek iyi gelmedi. tadı kaçınca tükürdüm. sakız kuzey kampüsün yeşillikleri arasında kayboldu. kay-bollmayan sakız istiyoruz.

episod üç

okul civarında ortalama bir tıkınma mekânındaydım. günün çorbası süzme mercimekti. bir de ekmek arası patates kızartması istemiştim. servis yavaştı. beklerken yine fotograf makinemle oyalandım. bir masa ötede çıplak gözle okuyamadığım menüyü makroobjektifimle okuyabiliyordum. sonra askıdaki bim poşetine zum yaptım. içinde ne vardı acaba... yoo, aslında o an bunu hiç de merak etmedim. bana ne.

episod dört

yemek yedikten sonra ayaklarımı sürüyerek otobüs şirketi olan metro'ya doğru yürüdüm bir süre. hâlâ ne zaman gideceğime karar vermemiştim aslında. giderken iki insanla karşılaştım ve onlara bilet almaya gittiğimi söyledim. bana iyi yolculuklar dilediler. metro'nun kapısına yirmi adım falan kalmıştı ki beni yüz seksen derece döndürecek, bir çeşit raylı ulaşım aracı olan "metro"ya yöneltecek bir şeyler oldu. bir süre ters istikamette yürüdükten sonra beni tekrar yüz seksen derece döndürecek başka bir şeyler daha oldu. bu kadar dönünce midem bulanmaya başlıyor. kararsız ve gereksiz hissediyorum kendimi, hayatımı. yolum izim hiç belli değilmiş gibi.. asla kararlı bir duruşum olamazmış gibi. ben hiç kuul bi insan olamıyorum. gayet döneğim, gayet eziğim, evet. ben şuraya gidiyordum, geri dönemem diyemem. ya da diyelim ki döndüm, tekrar dönmemi gerektirecek bir durum olduğunda "bir kere döndüm bir daha dönmeeeem" diyemem. döner de dönerim. galiba yaptığım şey de bu. sonsuza kadar dönmek. büyüyünce de çevirmen değil döner olucam zaten. kendime ödev veriyorum: yüz kere dinle: candan erçetin, "geri dönemem-geri dönemem-bir kere döndüm bir daha dönmeeem!"

episod beş

metro'nun önünde bir servis vardı. muhtemelen on beş - yirmi dakika içinde kalkacaktı. buna yetişemezdim. metro'ya girdim, içeride kimse yoktu, dışarıdan bir yerlerden adamı bulup çağırdım. hâlâ ne zaman gitmek istediğimi bilmiyordum. nereye? diye sordu. bir an sanki aslında onu da bilmiyormuşum gibi hissettim. sonra hayatımı daha da zorlaştırmamak için bu sorunun yanıtından eminmişim gibi "Yalova" dedim. Ne zaman dedi. ÖSS geçmişine sahip bir insan olarak, şıkları görelim, diye yanıt vermek istedim.
-Ne zamanlar var?
-Nasıl yani?
-Bundan sonra ilk ne zaman var? Yarın sabah ne zaman var? Ya da bir dakika, bu gece en geç ne zaman var?
-...
-Peki, bir numara olsun.

episod altı

güzel bir akşamüstüydü ve servisin kalkmasına daha çok vardı. arada kalan vakti nasıl değerlendireceğimi bilemeyerek bir süre ortalıkta dolandım. sonra belki güzel birkaç fotograf çekerim diye güneye indim. gerçekten de güzel kareler vardı - pembe çiçekli ağaçların yanındaki boğaza bakan bankta yiyişen çiftler, akşam kızıllığı, kızıyla çimlerde top oynayan bir baba, yüzünde o taptığım sert çizgileri taşıyan genç erkekler, kucağında çiçeklerle masum bakışlı genç kızlar, steplerde oturan o gözlüklü study zencisi... ama tanımadığım insanlara "pardon, bir fotoğraf çekebilir miyim?" diye sormak zor geldi, izin almadan da çekmek istemedim. bari kedileri çekeyim, onlardan izin almak gerekmez herhalde, diye düşünerek objektifi onlara doğrulttum. Daha makineyi odaklayamadan yanıma koştular, kucağıma çıktılar. elimdekileri bırakıp onları sevdim. üstüm tüytüytüy oldu. asla çekmek istemediğim iki fotograf çekip omuzlarımı düşürüp geri döndüm. biri sarı bir hercai, biri de saatli binanın fotografı. ama ikisinin de harika çıktığına eminim. haha.


episod yedi

odada yolculuk hazırlıkları... güzel müzikler çaldım. bilgisayar başında bir sürü vakit kaybettim. ben yolculuğa böyle hazırlanıyorum. sonra bir de baktım servisin kalkmasına yirmi dakika kalmış. alelacele bilgisayarı kapattım. çok fazla şey unutmak istemiyordum. sarı kabanımın cebindeki bozuklukları boşalttım, kabanı valize yerleştirdim. beleş zaman gastesinden bir sayfa kopardım. börekçinin yanındaki tekel bayi'nin verdiği iki rakı bardağını o sayfaya sardım. Lior'un tel aviv hatırasını da dikkatlice valize yerleştirdim. el kadarcık kırmızı dikiş makinesini de. boğazım gerçekten fenaydı. bardağa biraz adaçayı biraz papatya atıp bir çay yaptım, ama bunun için artık çok geçti. bornozumu da askıdan alıp valize koydum, kapşonu hâlâ biraz nemliydi. fermuarı çektim, çayımdan ikinci ve son yudumumu aldım. odadaki iki insanla vedalaşıp çıktım. hâlâ gülümseyebiliyordum.

episod sekiz

tanımadığım biri kocaman valizimi merdivenlerden çıkarmama yardımcı oldu. tek başıma valizimi sürüklemek, tanımadığım insanların bana yardım etmesi... böyle şeyler beni hem güçlü hem güçsüz, hem yalnız hem yalnız değil hissettiriyor, allak bullak oluyorum. merdivenleri çıkınca sevgili tanımadığım insan, gideceğin yere kadar birlikte gidelim istersen, dedi. yok, çok teşekkürler, iyi akşamlar. dedim. yarı yolu sürüklediğimde on saat ayda'yla dans etmişim gibi yorgundum. kendimi biraz daha zorladım, geç kalmak istemiyordum. kalmadım. servis geç kaldı. hem de neredeyse yarım saat. beklerken üşüdüm. keşke bitki çayımı içip öyle çıksaydım diye düşündüm. biraz ağladım çaktırmadan. servisin sıcak olmasını diledim.

episod dokuz

servis sıcak değildi. yutkunmam daha da zorlaşmıştı. bitkindim. eklemlerimi hareket ettiremiyordum. sanırım şefkate ihtiyacım vardı. biraz daha ağladım, bu kez içimdeki kötü duygular daha şiddetliydi. alibeyköy'e gelince valizimi dışarıda, kapının önünde bırakıp bekleme salonuna girdim. bunu kesin burda unuturum ben ha, diye düşündüm. yok yahu, kocaman valiz unutulur mu hiç? yok yok, unutmazdım herhalde. oturacak yer de bulabildim. otobüsüm gelene kadar dışarıdakileri izleyebilirdim. içerisi de çok soğuktu. beklerken daha da üşüdüm. otobüs yarım saatten fazla rötar yaptı. o vakti de ağlayarak değerlendirdim. içimden bir şeyler sökülüyordu sanki - ama neden ağladığım hakkında net bir fikrim yoktu. ağlamaktan sıkıldığımda otobüs geldi. otobüsü gelmiş yolcu rolünü severdim. toparlanıp dışarı çıktım. ön kapıdan otobüse girmek üzereyken aklıma valizim geldi. gerçekten de unutmuştum onu. beklerken göz göze geldiğim herkes valizimi unuttuğumu gördü ve güldü. bagaj görevlisi valizime o etiketlerden yapıştırırken "ohoo, pek de unutulacak gibi değilmiş ki bu valiz, kocaman baksana!" dedi. "hmm, haklısınız, bence de" gibi bir şeyler geveledim ağzımda. o an sadece otobüsün daha sıcak olmasını diliyordum.

episod on

otobüs hiç de sıcak değildi. iki numara bana gülümsedi, ama sanırım hayatında karşılaşabileceği en sıkıcı yol arkadaşıydım, çünkü otobüste konuşmaktan pek hoşlanmazdım, aslında bu sadece otobüse özgü bir durum da değildi. konuşmaktan, yeni insanlarla tanışmaktan, arkadaşlıklar kurmaktan nadiren haz duyardım. fotograf makinesinin çantasını başımın altına koyup uyumaya çalıştım, olmadı. yine acıkmıştım. iğrenç otobüs kahvesi ve iğrenç otobüs kekiyle beslendim. iğrenç otobüs müziği dinledim. daha kötü hissedebilir miydim bilmiyorum ama düzelmek için de hiçbir şey yapmıyordum. çantamdan kitabımı çıkardım. çok seveceğime emin olduğum bir kitaptı. bir kış gecesi eğer bir yolcu. hem de ülker ince çevirisinden. bu kadın bende sarılma arzusu yaratan bir kadındı. ama sandığım gibi olmadı. yirmi sayfa kadar okudum. amaan bu ne böyle postmodern zırvaları diyerek kitabı tekrar çantama kaldırdım. yolculuğun kalanını kesik kesik hatırlıyorum. feribota binişimiz, feribotta peynirli çubuk kraker yiyişim, midemin bulanışı, karşı sahildeki ışıklara yaklaşışımız, birden eve gitmek istemiyormuşum gibi hissedişim, hiçbir yere ait değilmişim gibi hissedişim, önümüzdeki günlerde yapmam gereken şeyleri düşünüp hepsinden kaçmak isteyişim, tam bitkinlikten düşecekken kendimi annemin kollarında buluşum... babamın valizimi yerden kaldırıp arabanın arkasına götürüşü...

episod on bir

beni karşılamaya gelirken bizimkileri polis durdurmuş. alkol var mı, diye sormuş. babam da var ama evde, demiş ciddi ciddi. şuh kahkahalar... aa, bulutu görüyor musunuz? diyorum. bu bulut yatay, ince uzun. sanki öbür taraftan kocaman bir kılıçla ortasından boylu boyunca çizilmiş. nasıl olmuş acaba? diyorum. gösterdiğim yöne bakıyorlar, ama bulut tepenin arkasında kalmış. belki güneş ordan batmıştır ondan olmuştur gibi bir spekülasyonda bulunuyor annem. yatay olarak batan ve batarken bulutlarda faça izi bırakan bir güneş hayal ediyorum. bu beni mutlu ediyor. uğultulu tepelere doğru, yokuş yukarı giderken ayı görüyorum bulutların arkasında. babam mehtaba çıkıyoruz, diyor. daha da mutluyum. bir de gidince doğal sütler, köy ekmekleri, köy yumurtaları. gökten üç kivi düşüyor keyfime diyecek yok doğrusu. iyi ki gelmişim.

Saturday 19 April 2008

...hiçbir şeyi hazırlamadan, belki de en gereksiz ve yanlış anda bırakmak. "bırakma anı"nın bırakılanlar ne denli bırakılası olsalar da, bırakanı sevindiremeyeceğini, yüceltemeyeceğini bilmektir...

sevgi soysal, tante rosa, 1985, ankara, olgaç basımevi, sayfa 97

Thursday 17 April 2008

tuhaf uyku düzenim ve tuhaf rüyalarım yüzünden(sayesinde?) bugün gün doğarken uyanıktım. uyku düzenim uyumamam gereken her saatte uyumak ve uyumam gereken saatlerde de uyuyamamaktan oluşuyor. üstelik ingilizce rüyalar da görmeye başladım yine. ross'un o tanıdık sesi... sonra çok döndüm yatağımda, çarşafa dolandım, aklıma bir sürü şey geldi, oturup biraz yazı bile yazdım. zaman bu saatlerde daha yavaş akar gibi. dışarıda kuşlar ötüyor. önümüzde upuzun bir gün var. bu günün içinde bir iki sınav, üç beş ders, bir osmanbey...
daha çok erken olduğu için gökyüzünden anlayamıyorum pek, sanki hava güzel olacak.

Monday 14 April 2008

nemli, bungun bir hava... yatağımda sırt üstü uzanmışım, düşünüyorum. teki kaybolmuş çoraplarımı, sekizli poşetteki son tuvalet kağıdını, küresel ısınmayı, yarınki sınavı düşünüyorum... içimden hiçbir şey yapmak gelmiyor. gerçekleşmiş hayallerin sorumluluklara dönüştüğü o tatsız anlardan biri belki.

bekleyelim.

zaman geçsin.

"I'll sing you a sweeter song another day," (Theocritus, I. 145)

Saturday 12 April 2008


'World peace' hitcher is murdered

An Italian woman artist who was hitch-hiking to the Middle East dressed as a bride to promote world peace has been found murdered in Turkey. The naked body of Giuseppina Pasqualino di Marineo, 33, known as Pippa Bacca, was found in bushes near the city of Gebze on Friday. She had said she wanted to show that she could put her trust in the kindness of local people.
(...)
Her travels were for an artistic performance and to give a message of peace and of trust, but not everyone deserves trust," another sister, Maria, told the Italian news agency, Ansa.



http://news.bbc.co.uk/2/hi/europe/7344381.stm

http://www.ntvmsnbc.com/news/442607.asp

biraz katil, biraz ölü hissediyorum kendimi. üzgünüm, kızgınım, kırgınım. bazen insan olmak beni rencide ediyor. nasıl değişiriz?

bi an...

tam kaybolduğunu anladığın an mesela
tam yanlış otobüse bindiğini anladığın an
tam kulaklığının bozulduğunu anladığın an
tam sarhoş olduğunu...

Thursday 10 April 2008

rüyada uçmak

okul civarında bir yerlerdeydim, belki yurt girişinde... haydi hoop gibi bir gayretle bedenimi kaldırıp uçuşa geçtim. ayaklarım yerden kesilince çok mutlu oldum. tıpkı eski günlerdeki gibi, dedim kendi kendime. ama eskiden kalkmak, kendimi havada taşımak çok kolaydı. bu kez ağırdım. yer çekimi çok fazlaydı ya da. uçmak için özel bir çaba harcamam gerekiyordu ve çabuk yoruluyordum. biraz dışarılarda dolaştım, papatyaların üstünde, o ağacın altında... "bak, gerçek halimle, bedenimle uçamıyorum ama ben uçabiliyorum, bi de ruha falan inanmıyorum, ama bak uçabilen bir yanım var..." gibi saçma sapan şeyler geçiyordu aklımdan. sanki yanımda biri var gibi ama yok gibiydi. sonra yurda gitmeye karar verdim. kuzeydeki köpekler aralarında bir şeyler yapıyorlardı. oyun mu kavga mı anlayamıyordum. yan yatarak, bacaklarını dümdüz yere paralel şekilde hareket ettirerek yerde sürünüyorlardı. yürüme hareketini doksan derece yan çevirmişlerdi sanki, ve böyle daha hızlıydılar. onların hakkında endişeleniyordum. canları mı yanıyor, şu yerdeki kan mı? yok yok, onlar birbirinin arkadaşı.. sadece oyun oynuyorlar... kapıdan geçerken, benim gibi uçan bir erkek çıkıyordu yurttan. gülümsedi. Yüzünü tanımıyordum. belki, biz.. dedi. şaşırmıştım, ama onu geçip gitmiştim bile. söylediklerini duyunca arkamı döndüm, onun elini tutup hafifçe kendime çekip bıraktım. gitmesini istiyormuşum gibi baktım, anlamadı ama gitti galiba. insanın zihninde bunu yaratabilmesi ne garip, ne güzel. eğer gerçekten uçabilseydik tam da böyle çekerdik birbirimizi havada. odalara açılan kapıya kondum. konmak hafif bir histi. bedenim insan formatında gibiydi ama tam emin olamıyordum. Kanatlarım yoktu en azından. Dikey olarak uçuyordum. Şimdi düşünüyorum da belki de hatam buydu, bu yüzden daha ağır, daha zor uçuyordum. zaten sanki aynada da görünmüyordum. upuzun bir rüyaydı bu, böyle devam etti.
Uçuş rüyalarıma bir yenisi eklenmiş oldu. Çok fantastik, çok tuhaf bir şey bu benim hayatımda. Çok da değerli... Uzun zamandır rüyamda uçtuğumu görmemiştim, ama hayatımda arka arkaya uçuş rüyaları gördüğüm dönemler de oldu. Genelde rüyamda uçtuğumu gördüğüm zamanlar gerçek hayatımın yükselişe geçtiği dönemlerle çakışır. benim için rüyada uçmak başarıya, hayatımın düzene girmesine, mutluluğa delalet eder. tecrübelerimden biliyorum. bir de genelde pek öyle yüksekten uçmam ben. sadece bir uçuş rüyamda çok doğal, çok yüksek, kel bir tepeden uçuruma doğru bırakıyordum kendimi. öyle ölmek için değil, uçacağımı bilerek, büyük bir vahşi kuşun peşinden... çoğu zaman insanlarla hemen hemen aynı seviyede uçarım, yerden en fazla bir – bir buçuk metre yüksekte, bazen yatay pozisyonda. gerçekte gezdiğim yerlerde gezer, gerçekte yaptığım şeyleri yaparım. tek fark uçuyor olmamdır ve benim için uçmak çok normaldir. çok komik bir rüyada, sokakta bütün insanların uçabileceğini haykırıyor, herkese uçmayı öğretmeye çalışıyordum. ne enerjiymiş... hey gidi günler!
merak ediyorum, böyle uçan başkaları da var mıdır? nasıl uçarlar? bir gün/gece uçmaya gitsek birlikte.

Sunday 6 April 2008





this one's by feyza, with feyza's favorite campus dog. so long since I last loved a picture so much.

Thursday 3 April 2008

invisible cities-italo calvino

at this point kublai khan interrupted him or imagined interrupting him, or marco polo imagined himself interrupted, with a question such as: “you advance always with your head turned back?” or “is what you see always behind you?” or rather, “does your journey take place only in the past?”
all this so that marco polo could explain or imagine explaining or be imagined explaining or succeed finally in explaining to himself that what he sought was always something lying ahead, and even if it was a matter of the past it was a past that changed gradually as he advanced on his jouney, because the traveler’s past
changes according to the route he has followed: not the immediate past, that is, to which each day that goes by adds a day, but the more remote past. arriving at each new city, the traveler finds again a past of his that he did not know he had: the foreignness of what you no longer are or no longer possess lies in wait for you in foreign, unpossessed places.

bitkin
gece
yurt

bi gone with the wind, bi moulin rouge patlattım. birkaç da bira..
sonra tek başıma saçımı boyamaya çalışırken müge geldi, duruma el koydu. ben mügeyi çok seviyorum.

bugün her şey bi tuhaf. sabah, yollar, insanlar, fıskiyeli havuzlar, iki katlı şişli otobüsleri, metrolar, bekleyişler, yorgunluk, direniş, salaklıklar, patsolar...

sabahın köründe uyandı uğultulu tepeler. okul hazırlıkları, ev kahvaltısı... arabayla çocukları ve annemi okula bıraktık, sonra babamla arabalı bir sahil turu... yaz tatili için hayaller kurduk. dalyan ve çevresi, antalya, sonra mersin... sonra kartal iskelesinde akbil basmaca... sıkı sıkı sarıldım babama. ben babamı çok seviyorum.

anneme sarılırken gece, koli bandı gibi kokuyorsun demiştim. evet, hiç romantik bi evlat değilim. aslında güzel bir kokudan bahsediyordum. o bilemezdi ki.. annemi çok seviyorum.

bir ara etimoloji çalışmalı.

yine uğultulu tepelerdeyim. soba sönmüş, tepeliler uyumak üzere odalarına çekilmişler, hiç ses yok. nasıl oldu da bir anda burada buldum kendimi? sabah zar zor uyanmıştım. derslerde gözlerimi açık tutmakta zorlanmıştım. kendimi "bitkin" hissediyordum. saat üçe doğru sürünürken odaya gelmiştim. tek isteğim kendimi yatay bir düzleme bırakmaktı. birden bir mesaj sonra... o dediğim yurt bursu başvuruları için son gün 4 nisanmış. birden ayağa fırladım. acil durum eylem planımı oluşturdum. sonraki birkaç saat içinde sırasıyla şunları yaptım: anne babanın yalovadan alınacak belgeleri toplamak üzere örgütlenmesi, duş, o anda oje değiştirmenin ne kadar lüzumsuz olduğunun farkına varılması, ceyda'nın anahtarlarının beyaz nike'ların içine bırakılması, zamanı dolmuş kitapların kütüphaneye bırakılması, burs ofisinden doldurulacak belgelerin alınması, yalova'ya uçak(!) bileti alınması, vukuatlı nüfus kayıt örneği almak üzere şişli'ye doğru yola çıkılması(akbilin yurtta unutulması), akşamki dans çalışmasına gidemeyeceğimin gerekli mercîlere iletilmesi, günün doğum günü çoçuğuna bir mesaj atılması, otobüsteyken anneden vukuatlı n. kayıt örneği dahil olmak üzere tüm belgelerin tamamlandığına dair bir sözlü mesajın beyinde anlamlandırılması, şişli'de nt'ye girip bütün ucuz elektronik aygıtlara mel mel bakılması, çok amaçlı olduğu kadar gereksiz(?) bir şarj aletine bir miktar para dökülüp dışarı çıkılması, şişli'nin ara sokaklarından birinin bir köşesindeki bir metrekarelik alanda aşağı yukarı yürüyerek telefonda konuşulması, cevahir'e gidip saate bakılması, bir adet yürüyen merdivenin yürüyerek çıkılması, ters istikamette giden yürüyen merdivenle geri inilip otobüs durağında beklenmesi, birinin arayıp performans fotograflarını getirdiğini, akşam sekize kadar taş odada olacağını söylemesi, 59R'den inilip otostop çekerek güneye inilmesi, taşodadan cd'lerin alınıp koşa koşa yurda dönülmesi, bu sırada karşılaşılabilecek tüm insanlarla karşılaşılması, yediyi on geçe yurda ulaşılması, iki-üç dakikada tuvalete gidilmesi, dolaptaki kazakların çantaya tıkıştırılması, usb kablosunun, biletin, cüzdanın, mp3çaların, calvino'nun unutulmaması, marketten muz, süt ve çikolata alınması, servise yetişilmesi, pfff.. yoruldum tarzan gibi isim-fiiller sıralamaktan. neyse işte, alibeyköy'de otobüs beklerken dur şu alete bir bakayım dedim, bu şarj cihazı pille çalışıyormuş. düşünebiliyor musunuz! hem ışığı bile var. bu konudaki çok değerli yorumlarımı sonra bir ara yazacağım. otobüsle dudullu'dan geçerken bizim dudullulu dul dudu adında bir oyuncak bebeğimiz vardı, onu hatırladım. sonra kardeşlerimin bir ayıcığa çenenin hızlıca kapatılmasında çıkan sesi isim olarak koymaları olayı vardı.. sindi bebekleri falan hatırladım. güzel dudaklar boş suratlar falan.. bir de o bebeklerin hayat standardıyla(mesela bazılarının çok teferruatlı saç takımları, çifter çifter giysileri, ayakkabıları çantaları falan olurdu) sahiplerinin hayat standartları arasında doğru orantı olduğunu fark ettim. işte o süper konforlu yaşayan sindi bebeklerin sahibi hatunlar da büyüyüp sindi bebek kadar oldukları zaman, onların da bir sürü süper giysileri, ayakkabıları, çantaları, eşyaları, kocaman evleri olur, hatta bir de bazılarının pavır rencırs sevgilileri olur. bizim sindi bebeklerimiz saçını süpürge ederdi(literally) çocukları için. vallahi sindi bebek saçıyla silgi tozu süpürdüğümü hatırlarım ben. zaten sindi bebeklerimiz de gerçekten 'sindi' diye yazılan sindi bebek olurdu. kendimiz süper kreasyonlar yaratırdık eskimiş çoraplarımızı keserek, dikerek... ayak kokan giysiler, hahhahahhaa... ama sindi bebeklerimiz dandik olduğu için giysileri giydirmeye çalışırken çok bastırırsak bi tarafları içine göçerdi. hey gidi günler.


hâlâ fener yendiği zaman babamla sevinebiliyorum. bu çok iyi.