Thursday 24 April 2008

eve dönüş

episod bir

yine duvarlar, gökyüzü, ağaçlar, sular üstüme üstüme geliyordu. sanki içim iki katlıydı da üst kat çökmüş, her şey birbirine girmiş, boşluk üste çıkmıştı. üst üste sabahlanmış geceler, beşiktaş sahilinde rüzgara karşı içişler, verilmesi gereken kararlar, yanıtlanması gereken sorular ruhumu ve bedenimi zayıf kılmıştı. yutkunamıyordum. inadına duş aldım, güzel giyindim, dışarı çıktım. makroobjektifimle yurdun arka tarafındaki yavru kedilerin falan fotoğrafını çekerek sakinleşmeye çalıştım. karnım da çok açtı. bir şeyler yemek üzere yola koyuldum. belki bu arada ne zaman gideceğime de karar verir, biletimi alırdım.

episod iki

nefes aldıkça boşluk büyüyordu. o an keşke benim de bi mavi bi kırmızı hap seçeneğim olsa, hemen mavi hapı alıp eve dönsem, hiçbir şey olmamış/yokmuş gibi uyansam... diye düşündüm. sonra aklıma her şeyi şarj edebilme yeteneğimden bile önce sahip olduğum süper gücüm geldi. benim de bi kırmızı bi yeşil sakızım vardı. ikisini karıştırınca karpuzlu sakız oluyordu. öyle yaptım. sakızın tadı kaçana kadar kendimi çok iyi hissettim. ama sakız boğazıma pek iyi gelmedi. tadı kaçınca tükürdüm. sakız kuzey kampüsün yeşillikleri arasında kayboldu. kay-bollmayan sakız istiyoruz.

episod üç

okul civarında ortalama bir tıkınma mekânındaydım. günün çorbası süzme mercimekti. bir de ekmek arası patates kızartması istemiştim. servis yavaştı. beklerken yine fotograf makinemle oyalandım. bir masa ötede çıplak gözle okuyamadığım menüyü makroobjektifimle okuyabiliyordum. sonra askıdaki bim poşetine zum yaptım. içinde ne vardı acaba... yoo, aslında o an bunu hiç de merak etmedim. bana ne.

episod dört

yemek yedikten sonra ayaklarımı sürüyerek otobüs şirketi olan metro'ya doğru yürüdüm bir süre. hâlâ ne zaman gideceğime karar vermemiştim aslında. giderken iki insanla karşılaştım ve onlara bilet almaya gittiğimi söyledim. bana iyi yolculuklar dilediler. metro'nun kapısına yirmi adım falan kalmıştı ki beni yüz seksen derece döndürecek, bir çeşit raylı ulaşım aracı olan "metro"ya yöneltecek bir şeyler oldu. bir süre ters istikamette yürüdükten sonra beni tekrar yüz seksen derece döndürecek başka bir şeyler daha oldu. bu kadar dönünce midem bulanmaya başlıyor. kararsız ve gereksiz hissediyorum kendimi, hayatımı. yolum izim hiç belli değilmiş gibi.. asla kararlı bir duruşum olamazmış gibi. ben hiç kuul bi insan olamıyorum. gayet döneğim, gayet eziğim, evet. ben şuraya gidiyordum, geri dönemem diyemem. ya da diyelim ki döndüm, tekrar dönmemi gerektirecek bir durum olduğunda "bir kere döndüm bir daha dönmeeeem" diyemem. döner de dönerim. galiba yaptığım şey de bu. sonsuza kadar dönmek. büyüyünce de çevirmen değil döner olucam zaten. kendime ödev veriyorum: yüz kere dinle: candan erçetin, "geri dönemem-geri dönemem-bir kere döndüm bir daha dönmeeem!"

episod beş

metro'nun önünde bir servis vardı. muhtemelen on beş - yirmi dakika içinde kalkacaktı. buna yetişemezdim. metro'ya girdim, içeride kimse yoktu, dışarıdan bir yerlerden adamı bulup çağırdım. hâlâ ne zaman gitmek istediğimi bilmiyordum. nereye? diye sordu. bir an sanki aslında onu da bilmiyormuşum gibi hissettim. sonra hayatımı daha da zorlaştırmamak için bu sorunun yanıtından eminmişim gibi "Yalova" dedim. Ne zaman dedi. ÖSS geçmişine sahip bir insan olarak, şıkları görelim, diye yanıt vermek istedim.
-Ne zamanlar var?
-Nasıl yani?
-Bundan sonra ilk ne zaman var? Yarın sabah ne zaman var? Ya da bir dakika, bu gece en geç ne zaman var?
-...
-Peki, bir numara olsun.

episod altı

güzel bir akşamüstüydü ve servisin kalkmasına daha çok vardı. arada kalan vakti nasıl değerlendireceğimi bilemeyerek bir süre ortalıkta dolandım. sonra belki güzel birkaç fotograf çekerim diye güneye indim. gerçekten de güzel kareler vardı - pembe çiçekli ağaçların yanındaki boğaza bakan bankta yiyişen çiftler, akşam kızıllığı, kızıyla çimlerde top oynayan bir baba, yüzünde o taptığım sert çizgileri taşıyan genç erkekler, kucağında çiçeklerle masum bakışlı genç kızlar, steplerde oturan o gözlüklü study zencisi... ama tanımadığım insanlara "pardon, bir fotoğraf çekebilir miyim?" diye sormak zor geldi, izin almadan da çekmek istemedim. bari kedileri çekeyim, onlardan izin almak gerekmez herhalde, diye düşünerek objektifi onlara doğrulttum. Daha makineyi odaklayamadan yanıma koştular, kucağıma çıktılar. elimdekileri bırakıp onları sevdim. üstüm tüytüytüy oldu. asla çekmek istemediğim iki fotograf çekip omuzlarımı düşürüp geri döndüm. biri sarı bir hercai, biri de saatli binanın fotografı. ama ikisinin de harika çıktığına eminim. haha.


episod yedi

odada yolculuk hazırlıkları... güzel müzikler çaldım. bilgisayar başında bir sürü vakit kaybettim. ben yolculuğa böyle hazırlanıyorum. sonra bir de baktım servisin kalkmasına yirmi dakika kalmış. alelacele bilgisayarı kapattım. çok fazla şey unutmak istemiyordum. sarı kabanımın cebindeki bozuklukları boşalttım, kabanı valize yerleştirdim. beleş zaman gastesinden bir sayfa kopardım. börekçinin yanındaki tekel bayi'nin verdiği iki rakı bardağını o sayfaya sardım. Lior'un tel aviv hatırasını da dikkatlice valize yerleştirdim. el kadarcık kırmızı dikiş makinesini de. boğazım gerçekten fenaydı. bardağa biraz adaçayı biraz papatya atıp bir çay yaptım, ama bunun için artık çok geçti. bornozumu da askıdan alıp valize koydum, kapşonu hâlâ biraz nemliydi. fermuarı çektim, çayımdan ikinci ve son yudumumu aldım. odadaki iki insanla vedalaşıp çıktım. hâlâ gülümseyebiliyordum.

episod sekiz

tanımadığım biri kocaman valizimi merdivenlerden çıkarmama yardımcı oldu. tek başıma valizimi sürüklemek, tanımadığım insanların bana yardım etmesi... böyle şeyler beni hem güçlü hem güçsüz, hem yalnız hem yalnız değil hissettiriyor, allak bullak oluyorum. merdivenleri çıkınca sevgili tanımadığım insan, gideceğin yere kadar birlikte gidelim istersen, dedi. yok, çok teşekkürler, iyi akşamlar. dedim. yarı yolu sürüklediğimde on saat ayda'yla dans etmişim gibi yorgundum. kendimi biraz daha zorladım, geç kalmak istemiyordum. kalmadım. servis geç kaldı. hem de neredeyse yarım saat. beklerken üşüdüm. keşke bitki çayımı içip öyle çıksaydım diye düşündüm. biraz ağladım çaktırmadan. servisin sıcak olmasını diledim.

episod dokuz

servis sıcak değildi. yutkunmam daha da zorlaşmıştı. bitkindim. eklemlerimi hareket ettiremiyordum. sanırım şefkate ihtiyacım vardı. biraz daha ağladım, bu kez içimdeki kötü duygular daha şiddetliydi. alibeyköy'e gelince valizimi dışarıda, kapının önünde bırakıp bekleme salonuna girdim. bunu kesin burda unuturum ben ha, diye düşündüm. yok yahu, kocaman valiz unutulur mu hiç? yok yok, unutmazdım herhalde. oturacak yer de bulabildim. otobüsüm gelene kadar dışarıdakileri izleyebilirdim. içerisi de çok soğuktu. beklerken daha da üşüdüm. otobüs yarım saatten fazla rötar yaptı. o vakti de ağlayarak değerlendirdim. içimden bir şeyler sökülüyordu sanki - ama neden ağladığım hakkında net bir fikrim yoktu. ağlamaktan sıkıldığımda otobüs geldi. otobüsü gelmiş yolcu rolünü severdim. toparlanıp dışarı çıktım. ön kapıdan otobüse girmek üzereyken aklıma valizim geldi. gerçekten de unutmuştum onu. beklerken göz göze geldiğim herkes valizimi unuttuğumu gördü ve güldü. bagaj görevlisi valizime o etiketlerden yapıştırırken "ohoo, pek de unutulacak gibi değilmiş ki bu valiz, kocaman baksana!" dedi. "hmm, haklısınız, bence de" gibi bir şeyler geveledim ağzımda. o an sadece otobüsün daha sıcak olmasını diliyordum.

episod on

otobüs hiç de sıcak değildi. iki numara bana gülümsedi, ama sanırım hayatında karşılaşabileceği en sıkıcı yol arkadaşıydım, çünkü otobüste konuşmaktan pek hoşlanmazdım, aslında bu sadece otobüse özgü bir durum da değildi. konuşmaktan, yeni insanlarla tanışmaktan, arkadaşlıklar kurmaktan nadiren haz duyardım. fotograf makinesinin çantasını başımın altına koyup uyumaya çalıştım, olmadı. yine acıkmıştım. iğrenç otobüs kahvesi ve iğrenç otobüs kekiyle beslendim. iğrenç otobüs müziği dinledim. daha kötü hissedebilir miydim bilmiyorum ama düzelmek için de hiçbir şey yapmıyordum. çantamdan kitabımı çıkardım. çok seveceğime emin olduğum bir kitaptı. bir kış gecesi eğer bir yolcu. hem de ülker ince çevirisinden. bu kadın bende sarılma arzusu yaratan bir kadındı. ama sandığım gibi olmadı. yirmi sayfa kadar okudum. amaan bu ne böyle postmodern zırvaları diyerek kitabı tekrar çantama kaldırdım. yolculuğun kalanını kesik kesik hatırlıyorum. feribota binişimiz, feribotta peynirli çubuk kraker yiyişim, midemin bulanışı, karşı sahildeki ışıklara yaklaşışımız, birden eve gitmek istemiyormuşum gibi hissedişim, hiçbir yere ait değilmişim gibi hissedişim, önümüzdeki günlerde yapmam gereken şeyleri düşünüp hepsinden kaçmak isteyişim, tam bitkinlikten düşecekken kendimi annemin kollarında buluşum... babamın valizimi yerden kaldırıp arabanın arkasına götürüşü...

episod on bir

beni karşılamaya gelirken bizimkileri polis durdurmuş. alkol var mı, diye sormuş. babam da var ama evde, demiş ciddi ciddi. şuh kahkahalar... aa, bulutu görüyor musunuz? diyorum. bu bulut yatay, ince uzun. sanki öbür taraftan kocaman bir kılıçla ortasından boylu boyunca çizilmiş. nasıl olmuş acaba? diyorum. gösterdiğim yöne bakıyorlar, ama bulut tepenin arkasında kalmış. belki güneş ordan batmıştır ondan olmuştur gibi bir spekülasyonda bulunuyor annem. yatay olarak batan ve batarken bulutlarda faça izi bırakan bir güneş hayal ediyorum. bu beni mutlu ediyor. uğultulu tepelere doğru, yokuş yukarı giderken ayı görüyorum bulutların arkasında. babam mehtaba çıkıyoruz, diyor. daha da mutluyum. bir de gidince doğal sütler, köy ekmekleri, köy yumurtaları. gökten üç kivi düşüyor keyfime diyecek yok doğrusu. iyi ki gelmişim.

4 comments:

  1. okurken 2 ve 10 numarayı çok sevdim. bi de yalova kaç saat sürüyor ki dedim içimden sürekli. benzeştirmek gibi olmasın ama otobüs yolculuklarından nefret ettiğimden ve 6 yıl boyunca 13 saatlik yolculuk her yaklaştığında bende aynı ruh haline bürünüyordum. ama tek sorunum cidden o 13 saati nasıl geçireceğimdi. yoksa eve varmak veya evden uzak kalmak konusunda değildi.

    ReplyDelete
  2. off öncelikle bu upuzun ve depresif yazıyı üşenmeyip okuyan üç beş kişiden biri olduğun, üstüne bir de yorum yazdığın için sana şu plaketi takdim etmek istiyorum --> ¹²#{¾½('&&}E+ dönüp baktım da, cidden iki ve on numaralar güzelmiş. teşekkürler.
    o uzun yolculukları bilirim. ailem akşehirde otururken 10 saat sürüyordu yol. ama yalova yakın. vapurla bir-bir buçuk saatte varılıyor. yüküm ağır olduğu için otobüsü tercih ettim, servisi var. hem servis hem otobüs rötar yapınca yolculuğum 4 saat sürdü. ama bu yolculuğu çekilmez kılan yolculuk yapmayı sevmemem değildi muhtemelen:)

    ReplyDelete
  3. yok yazılarını gerçekten seviyorum. sıkılmadan okuyabildigim bir iki blogdan birisi burası çünkü doğru düzgün ifade edebliyorsun kendini ve bunu o kadar da basit yapmıyorsun. yalın şeyler ama karmaşık.

    ayrıca yalovaya otobus gidiyor ama vapurla gitmiyor mu?

    ReplyDelete
  4. sorunu tam anladığımdan emin değilim, onun için iki türlü yanıt veriyorum: 1) evet, yalovaya vapurla da gidiliyor, ama bunun için belediye otobüsüyle vapurun kalktığı yere kadar gitmek gerek. kabataş seferleri daha başlamadığı için yenikapıya ya da kartal'a gitmek gerek önce, o da en az iki otobüs.. sırt çantamı alıp çıktığım zaman yine de vapuru tercih ediyorum ama kocaman valizlerle zor. 2) evet otobüse binince de bir şekilde su yolunu kullanmak zorunda kalıyoruz. otobüs alibeyköy'den kalkıyor, istanbul'un bir ucundan feribota biniyor, yalova'ya 15-20 dakika kala karaya çıkıyor.

    ben de takipteyim cek. okutuyorsun kendini. seninle karşılaştığıma sevindim.

    ReplyDelete