Thursday 31 July 2008

not necessarily*

*yağmur denizhan aksanıyla okunacak. (ah.. tapılası kadın. keşke hep konuşsa, ben dinlesem, ama belki artık hiç...)

içimdeki muhalifin ingilizcede en sevdiği sözlerden biri bu. dayatmaların karşı-argümanlarının bismillahı.


-(bla bla bla) ...which means (bla bla bla bla), right?
- (smile) well, not necessarily...(counter-argument)

- but doesn't this phrase paralyse you forever because it successfully renders all your efforts to believe in something and all your will to take this way or the other futile, null and void?
- well, not necessarily...

eski yazlar

Wherever you are, even in California, nothing is more demoralizing than being there and nowhere else. One of the pleasures of travel is to dive into places where others are compelled to live and come out unscathed, full of the malicious pleasure of abandoning them to their fate. Even their local happiness seems tuned to a secret resignation. It never compares, at least, with the freedom to leave. This is when you sense that it is not enough to be alive; you have to go through life. It isn't enought to have seen a town; you have to have gone through it. With an idea, it isn't sufficient to have thought it; you have to have gone beyond. This is the only chance of going through death too, without being definitive.
Baudrillard, Cool Memories II



geceleri uyuyamadığımda sokaklarında yürüdüğüm şehirler var, ayrıntıları gitgide silinen.. gitgide hepsi birbirine benzeyen...

yüreğir'de fırına giderken korsan film satan bir dükkanın önünden geçerdik. yollar taş mı kaplıydı asfalt mı? mersin susanoğlu'nu hatırlıyorum. aklımda kalan yazlık siteleri: dostlar, flamingo, öğretmenler. jasmin court hotel'in önünde inmiştik otobüsten. top şişirmeye gittiğimiz bir petrol istasyonu vardı. bilgisayarları pek yavaş çalışan bir internet kafede ilk dijital fotograf makinemizdeki fotografları diskete almaya çalışmıştım, hahaha disket! bildiğin disket! silifke'de nehrin üstünde kurulu bir kafede ayran içmiştik. buca'da fakültenin bahçesine girmeden hemen önce gördüğüm duvar yazısında ne yazdığını çoktan unuttum. aydın ortaklar'da yaptığımız iğrenç sabah kahvaltısı, bir semaverde sapanca gölünün yansıması... bursa'da otobüs durakları, yokuşlar, ışıkları, bir balıkçı... kumsaz, gemlik, erdek... ankara'da bebekken birilerinin kucağında sarsıla sarsıla indiğim taşlık yokuş, samsun'da altında fotograf çektirdiğimiz bir atatürk heykeli, atlıkarınca... fethiye az mı eski? kanal boyu yürüyüşleri, kuleli koyunda ormandan kozalak toplayıp kıyıdaki çam gölgesinde mangal yakmak, cırcır böcekleri, kaya mezarları, yashica'mla çektiğim ilk fotograflar, akyaka'nın bir dalga soğuk bir dalga sıcak olan denizi, arı kovanları, ilk ve son kez çadırda uyuyuşum... afyon'da kaymak yemiştim, ereğli'de küflü peynir, antakya'da künefe... konya'da kayboluşlarımız, rampalı çarşı.. iskenderun'da bir köpek yavrusu bulmuş, onu aylar(yıllar?) sonra akşehir'de evden uzaklara salmıştık. ne olmuştu ona acaba? zeytinlikler, yaylalar... mola verdiğimiz yüzlerce durak...

yolculuğa dair bir özlem var içimde, ama bu özlem belli bir yaza, belli bir yolculuğa, belli bir anıya dair değil.. bunların yaşanıyor oluşuydu güzel olan... bir sabah beşte uyanıp yola çıkmaktı... kalmak zorunda olmadığın yerlerde kalıp yaşamak zorunda olmadığın yeni şeyler yaşamak...

bir sürü yol, bir sürü anı, bir sürü insan, bir sürü bira... ama artık hiçbir şey eskisi gibi değil. yeni yerler görmeli.

plastik

vapur iskeleye yanaşır, indiğinizde o çakma konak meydanına yürürsünüz. küçük bir saat kulesi, iki palmiye... biraz şuursuzsanız, hayal gücünüz yeterince güçlüyse, o palmiyelerin plastik olduğunu da bilmiyorsanız marmaranın zoraki bir tatil turizmi mevkiinde olduğunuzu belki bir süreliğine unutup mutlu bile olabilirsiniz. bu iki yıldır böyleydi benim için. "tamam, deniz akdeniz değil ama bak, palmiyeler var. güneş de denizin üstünden batıyor." haha. ne hezeyan!

o palmiyelerin gerçek olmadığını öğrendiğimden beri güneşin bu şehrin ufuklarında batarken bıraktığı kızıllık midemi bulandırıyor. sanki o da sahteymiş gibime geliyor. deniz de sıvı plastikmiş zaten... üstünde yüzen kayıklar, balıkçı tekneleri oyuncakmış, gökyüzü de yoğun ve ağırmış, bulutlar da plastik talaşıymış, ben de plastikmişim, ben de sahteymişim, aslında kaşık yokmuş... öğk!

Tuesday 15 July 2008

Ben, Vesaire

s.37 giderek yoğunlaşan kat kat acıların birinde julia evden dışarı çıkmayı artık "hiç" istemeyebilir. ama çok kişinin de evlerinden "sık sık" dışarı çıkmak içlerinden gelmiyor.

s.45 bir insanın anılarını paylaşması tatlıdır. hatırlanan her şey sevgi dolu, dokunaklı, değerlidir. hiç değilse geçmiş güvenlidir- biz o zaman bunun böyle olduğunu bilmesek de. şimdi biliyoruz. çünkü artık o şey geçmişte kalmıştır; çünkü biz yaşamayı başarmışızdır.

s.49 iyi bir kural: eğer düşünürseniz her toplantı iç karartıcıdır. ama bunu düşünmek zorunda değilsiniz.
dans ettiğim zaman mutluyum.
bana dokun.

s.54 o çarşamba akşamüstü Julia'ya eğer intihar ederse, bunun büyük budalalık olacağını söyledim. benim düşünceme katıldı. onu inandırdığımı sandım. bana budalaca bir şey yapmayı umursamadığını göstererek, iki gün sonra evinden çıkıp kendini öldürdü.
ben budalaca bir şey yapmayı umursamadan edemezdim. dostlarıma budalaca bir şey yapacağımı söylesem bile. gerçekten yaptığım şeyin budalalık olduğuna inanmazdım.

s.56 siz çoğunuz uyurken ben uyanırsam haksızlık olmaz mı? hak! diye alay edin, bunun hakla ne ilgisi var? herkes kendisi için. ama ben sizlersiz uyanmak istemedim.

s.64 (bay) müstehcen bir öğleden sonra bayan yassıyüz'ün bacaklarının arasında eşelenirken, lütfedip boğuk bir sesle kadına sordu:
"bu hayatı seviyor musun?"
bayan yassıyüz: "tanrım hem de nasıl! hayatın böyle olabileceğini düşleyemezdim bile."
"böyle yaşamayı sürdürmek istiyor musun?"
"kuşkusuz!" çocukluğundan beri bayan yassıyüz, ne zaman kuşkulu olsa hep "kuşkusuz" derdi. zamansız ve art arda söylenen bu sözcüklerin zincirleriyle kaygılanmış tir tir titrerken ekledi: "kim başka türlü bir yaşam isteyebilir, düşünemiyorum bile. "
bay müstehcen nemli, buruşuk çarşafların arasında dimdik oturup kadının kalçalarını okşadı, içini çekti. "korkarım burada yeterince kaldın. insan bu tür yaşamdan başka bir yaşamın olanaksızlığını hiçbir zaman düşünmemeli. tüm başka yaşamlar düşünülebilir, düşlenebilir, hatta olasıdır."

çev. Gökçin Taşkın
Susan Sontag, BEN, vesaire, Can Yayınları, 1988

Monday 7 July 2008

bi kitapçıda bertolt brecht'in günlüğünü elime aldım. hatta elime almak ne kelime, hobaa diye üstüne atladım kitabın. böyle advanced sözlük gibi kocaman bişi. içinden rastgele iki üç günü okuyayım dedim. hahaha bildiin benim blog gibi lan:p "bugün öğleden sonra hiçbir şey yapmadım.. şöle biraz yürüdüm... belki biraz kitap okurum.. mıy mıy mıy mıy" falan böyle. otuz beş milyon hem. hahhhaha. kasmıyorum artık, büyüyünce bertolt brecht bile olabilirim istersem:p

babamla civciv önce bahçe sulamışlar, sonra naylon poşetten uçurtma yapmışlar bugün. babam naylonlarını takmış uçurtmanın, civciv de kuyruğunu düzeltmiş çekerek. şimdi de kendisi hapishanenin doğuşu'nun üstünde oturuyor sağ yanımda. mutlu ve uykulu civcivleniyor. ahan da sıçtı. üzgünüm sevgili. dur, kardeş tuvalet kağıdı getirdi. tamam, izi bile kalmadı. ulan ne civcivler var ya.. hahaha çok postmodern.

Friday 4 July 2008

bu da son fotoşop işim işte.

oturup renkli bişiler yaptım, sonra renksiz bişiler yaptım, sık kullanılanlar'dan öylesine bir sayfa açıp metin kopyaladım oynadım oynadım böyle oldu. aslında başka bişi yapmaya çalışıyordum, beceremedim...

kışlar soğuk, yazlar boş


kendimi oyalamak için yapmadığım kalmadı sabahtan beri. Yıkanacak çamaşırlarımı ayıkladım, lisedeki almanca defterimi bulup almanca çalışmaya başladım, internette kendimi oradan oraya attım, dün izlediğim filmle ilgili bir şeyler okudum, ağustosta(?) tutacağımız evle ilgili hayaller kurdum, köpekle oynadım, civcivlerin sesine sinir oldum, babamın bahçeden kopardığı salatalığın yarısını yedim, acaba saçımı kısacık kesip canlı bir renge boyasam nası olur ki diye düşündüm, saçımı toplayıp salondaki aynada kendi fotoğrafımı çektim, iş aradım, bulamadım... bissürü şey. yaz okuluna niye kalmadım ki ben? niye paralarımı bitirdim? bu yaz böyle nasıl geçer? o kadar zaman yazın gelmesini istedim şimdi niye geçmesini istiyorum? tabi bi yaz gelsin, her şey çok güzel olacaktı, değil mi ya? leylekler uçacaktı, yıldızlar çıkacaktı, karıncalar yuvalarına yiyecek taşıyacaktı, dalga sesleri duyulacaktı... bi daha pastoral hayallerle kendimi kandırırsam iki olsun.

görüldüğü üzre artık hiç öyle ulvi yazılar da yazmıyorum. salatalığın yarısını yemişmişim. peh. vallahi bırakın siz bu blogu.

Wednesday 2 July 2008

color me

ben yaptım oldu

02.07.08
10:50

Uğultulu tepelerde keyifsiz, gergin bir sabah...

Ailenin üç üyesi görüş alanım içinde, farklı uzaklıklardalar. Gözlerimi bir ona bir ona bir ona odaklayarak oyunlar oynuyorum. Annem ve ben mutfak masasındayız. Önümüzde yeni hazırlanmış kahvaltı var. Babam mutfak ve salonun oluşturduğu L’nin köşesindeki berjerde oturuyor. Ortanca kardeş L’nin salon ucundaki üçlü koltukta oturuyor. Orada uyumuşlardı. Küçük kardeş uyanma çabası içinde bir an başını kaldırabildiği kadar kaldırıp kadraja giriyor, sonra baş geri düşüyor. Herkes farklı bir yöne dalıp gitmiş. Kimse konuşmuyor. Kimse mantıklı ve yumuşak başlı bir şey söylemek için ağzını açabilirmiş gibi durmuyor. Sonunda mokurdanarak sessizliği bozan annem oluyor.
- Aman sen de bi kalkıp çayı doldurmazsın yani!
- Ama daha kimse sofraya gelmedi ki?!
- Birinin gelmesini mi beklemek lazım? Napacaksın başkasını - kendini düşünsene sen! Sanki başkasının karnına mı yiyiveriyorsun. Kim varsa ona göre doldurursun çayı.(Bu arada iki bardağa çay doldurur.. çay henüz çökmemiştir. Yapraklar bardağın üstünde yüzer..)
- ...
- Niye o kadar az doğradın kaşarı? Bir sürü insan o kadar mı yiyecek?
- Kendimi düşündüm.
- ...

Baba ortanca kardeşe tekrar yatmak için artık çok geç diye söylenerek sofraya geliyor. İkisine çay dolduruyor. Gergin şeyler söylemek yerine saçma şeyler söylemeyi seçiyor.
- Naneyi çok yeme ezgi sen. Tamam, nane mideye iyi gelir derler ama belki de fazlası iyi gelmiyordur. Marul maydanoz değil ki bu ekmeğin arasına bir demet atıp yiyesin... Al bir tane yaprak ağzında dolaştır illa yiyeceksen..

Yanıt vermiyorum, aslında içimden gülümsüyorum. Masanın köşesine oturmuşum, nane tabağına da zeytin tabağına da çok uzağım zaten. Başımı sola çevirip Marmara’ya bakıyorum. Açık, boz bulanık bir renkte, kıpırtısız... Işıktan mavi bile olamamış bir gökyüzü... Bütün manzaralar overexposed. Bundan hoşlanmıyorum. Şekerliğe sinekler konuyor. Önümde doğradığım kaşarlar var, hiç güzel değiller. Reçelle falan oyalanıyorum. Zaten çok geçmeden annem kalkıyor. Ben de sandalyemi sürükleyerek geri çıkıyor, onun boşalttığı sandalyeye geçiyorum. Babam “ballı mısır gevreğiii aman hadi hayırlısı” diye bir şeyler mırıldanıyor. Bunun devrilmiş bir yonca evcimik şarkısı olduğunu sonradan anlıyorum. Gözüne pencerenin yanındaki mısır gevreği kutusu takılmış. Kutunun üstünde kocaman Golden yazıyor. Babam bu kez de başka serbest çağrışımları mırıldanıyor. Dediklerinin bir kısmını anlıyorum bir kısmını anlamıyorum. “.... Golden retriever.... Golden sonra golden elma yedik... Golden Gate... Metro Golden Mayer.... Küçük kardeş rüyasını anlatıyor. Herkesin yirmi yıl yaşlanmış halini görür gibi oluyorum. Cep telefonuma Avea’dan bir mesaj geliyor. Dışarıda bir köpek havlıyor. Gitme yerlerim kaşınıyor.

Tuesday 1 July 2008

stream of dogsciousness

evden birileri çıkıyor! a, işte o kız! yaşasın, yürüyüş yapacak! hemen ona katılayım. çakıl taşlı yollardan yokuş aşağı iniyoruz. oyh! şuraya işeyeyim. n'olur n'olmaz... bazen onun elinin altından koşarak geçiyorum. böylece o beni sevmiş gibi oluyor. öyle yaptığımda gülüyor.
bi garip yürüyor. arka ayağında bir sorun var galiba. benim gibi fazladan iki ayağı da yok zaten. yazık. n'olmuş ki?
aslında o beni bu şekilde konuşturmayı çok saçma buluyor. gerçi o bir sürü şeyi saçma buluyor zaten. evimin yanına zincirle bağlanmamı da.. hatta ondan bahsederken "sahibim" dememi bile.. hey! grrr! başka köpekler! onu korumalıyım. grrr gırrr!!! dua edin ki o kavga etmemem için yalvarıyor. yoksa gösterirdim size gününüzü...

vay canına, ne güzel bir yere getirdin beni! hiçkimse yok. deniz ve gün batımı sadece bizim sanki. ohh şuraya da yeni çimento dökmüşler. hemen kimse görmeden ayak izlerimi bırakayım. şimdi de denize girip ayaklarımı yıkayayım. hem serinlemiş olurum. başka köpekler kendiliğinden suya girip eğlenmeyi bilmezler pek. ben bilirim. gözünün önünde tuttuğun şey ne? fotoğraf mı çekiyorsun? tamam dur poz vereyim öyleyse.
http://icameisawishot.blogspot.com/2008/07/about-dog.html