Wednesday 2 July 2008

02.07.08
10:50

Uğultulu tepelerde keyifsiz, gergin bir sabah...

Ailenin üç üyesi görüş alanım içinde, farklı uzaklıklardalar. Gözlerimi bir ona bir ona bir ona odaklayarak oyunlar oynuyorum. Annem ve ben mutfak masasındayız. Önümüzde yeni hazırlanmış kahvaltı var. Babam mutfak ve salonun oluşturduğu L’nin köşesindeki berjerde oturuyor. Ortanca kardeş L’nin salon ucundaki üçlü koltukta oturuyor. Orada uyumuşlardı. Küçük kardeş uyanma çabası içinde bir an başını kaldırabildiği kadar kaldırıp kadraja giriyor, sonra baş geri düşüyor. Herkes farklı bir yöne dalıp gitmiş. Kimse konuşmuyor. Kimse mantıklı ve yumuşak başlı bir şey söylemek için ağzını açabilirmiş gibi durmuyor. Sonunda mokurdanarak sessizliği bozan annem oluyor.
- Aman sen de bi kalkıp çayı doldurmazsın yani!
- Ama daha kimse sofraya gelmedi ki?!
- Birinin gelmesini mi beklemek lazım? Napacaksın başkasını - kendini düşünsene sen! Sanki başkasının karnına mı yiyiveriyorsun. Kim varsa ona göre doldurursun çayı.(Bu arada iki bardağa çay doldurur.. çay henüz çökmemiştir. Yapraklar bardağın üstünde yüzer..)
- ...
- Niye o kadar az doğradın kaşarı? Bir sürü insan o kadar mı yiyecek?
- Kendimi düşündüm.
- ...

Baba ortanca kardeşe tekrar yatmak için artık çok geç diye söylenerek sofraya geliyor. İkisine çay dolduruyor. Gergin şeyler söylemek yerine saçma şeyler söylemeyi seçiyor.
- Naneyi çok yeme ezgi sen. Tamam, nane mideye iyi gelir derler ama belki de fazlası iyi gelmiyordur. Marul maydanoz değil ki bu ekmeğin arasına bir demet atıp yiyesin... Al bir tane yaprak ağzında dolaştır illa yiyeceksen..

Yanıt vermiyorum, aslında içimden gülümsüyorum. Masanın köşesine oturmuşum, nane tabağına da zeytin tabağına da çok uzağım zaten. Başımı sola çevirip Marmara’ya bakıyorum. Açık, boz bulanık bir renkte, kıpırtısız... Işıktan mavi bile olamamış bir gökyüzü... Bütün manzaralar overexposed. Bundan hoşlanmıyorum. Şekerliğe sinekler konuyor. Önümde doğradığım kaşarlar var, hiç güzel değiller. Reçelle falan oyalanıyorum. Zaten çok geçmeden annem kalkıyor. Ben de sandalyemi sürükleyerek geri çıkıyor, onun boşalttığı sandalyeye geçiyorum. Babam “ballı mısır gevreğiii aman hadi hayırlısı” diye bir şeyler mırıldanıyor. Bunun devrilmiş bir yonca evcimik şarkısı olduğunu sonradan anlıyorum. Gözüne pencerenin yanındaki mısır gevreği kutusu takılmış. Kutunun üstünde kocaman Golden yazıyor. Babam bu kez de başka serbest çağrışımları mırıldanıyor. Dediklerinin bir kısmını anlıyorum bir kısmını anlamıyorum. “.... Golden retriever.... Golden sonra golden elma yedik... Golden Gate... Metro Golden Mayer.... Küçük kardeş rüyasını anlatıyor. Herkesin yirmi yıl yaşlanmış halini görür gibi oluyorum. Cep telefonuma Avea’dan bir mesaj geliyor. Dışarıda bir köpek havlıyor. Gitme yerlerim kaşınıyor.

1 comment: