Friday 20 May 2016

bir başka toplu taşıma hikayesi

Geçen gün trene bindiğimde genç bir kadın fosforlu pembe iplerle örgü örüyordu. Metro ortamının griliğinde yalım yalım parlayan o pembeliği fark etmemek mümkün değildi. Genç kadının da bu fark edilmişliğin farkında olmaması, sadece herkes kadar görünür olduğunu sanması imkansızdı. Hiç etrafına bakmadan, umursamazca örgüsüne devam ediyordu. 

Metronun öbür yanındaki boş bir koltuğa oturup göz ucuyla onu izlemeye başladım. Bazen insanlara uzun uzun bakmak isterim ama bakışlarımın farkına vardıkları anda gözlerimi kaçırırım. Kimseyi rahatsız etmek istemem, bir yandan bunun kabul edilemez, rahatsız edici bir şey sayılmasına hayıflanırım. Bu kadınsa insanlar bakışlarını kaçırmasınlar diye gözlerini örgüsünden ayırmıyor gibiydi, o yüzden rahat rahat izliyordum.

Bir sonraki durakta trene yaşlıca, enerjik mi enerjik bir kadın bindi. Biner binmez de örgü ören kadını fark etti, bana gülerek başıyla kadını işaret etti. Yanıma oturup kadının örgüsü hakkında yorumlar yaptı. “Ne kadar da parlak değil mi, anında insanın gözüne çarpıyor, güzel de örmüş, çok tatlı kız ya...” Gülümseyerek başımı öne eğip “evet” dedim. Gözlerimi kaçırdım hemen.

Günlerim insanları özlemekle geçer. İnsan göreyim, insanlar benimle konuşsun, herkes herkesi çok sevsin, bir anda karnaval olsun, sokakta dans etmeye başlayalım isterim. Sonra da tanımadığım biri bana dostça bir şeyler söylediğinde yabancı gibi utanır kaçarım. Manyak mıyım neyim?

Sunday 24 January 2016

sis

boş vakitlerinde var olmaya çalışan alt-orta sınıf (temizlikçi tutacak parası yok) kadın kahramanımızın temizlikten kaçarken tribe girip koca cumartesiyi hiç etmesinin öyküsü

sis


erken uyanıyorum. hafta sonu başlıyor. hava gri. sıra bende. temizlik yapılacak. yerlerde saç, kıl, tüy, toz. çamaşır yıkanacak. kim bilir kaçıncı kez sıra bende. aslında sıra diye bir şey yok, miskinliğin sınırları var. kahvaltı yok, kahve var. evde kimseler yok. bulaşıklar var. hep önce bulaşıktan başlarım. bulaşık yıkamaktan bıktım.

hafta sonu yapmak istediğim başka şeyler de var. george perec’in especes d’espaces kitabını okurken not aldığım sözcüklerin anlamlarına sözlükten bakmak ve defterime yazmak. çok isteyerek ve gerekli bularak üstlendiğim halde üç aydır beklettiğim kitap çevirisine başlamak. dünkü konserde çektiğim fotoğrafları rötuşlayıp ilgili kişilere göndermek. daha önce pek gezmediğim bir semtin sokaklarında yürümek ve mütevazı bir kafede oturup bir şeyler yazmak. gitarda yeni bir şeyler çalmaya başlamak. bedenimi esnetmek ve bildiğim hareketleri yaparak kaslarımı toplamak. hah, onun için bile önce yeri temizlemek gerekiyor. 

kanepede twitter’ı baştan sona okuyup bir şeylere sinirleniyorum. ayak parmaklarıma oje sürüyorum ve uzaktaki bir arkadaşımla konuşuyorum. bir şeyler yiyorum. çamaşırları makineye atıyorum. anksiyete. hafta sonu geçiyor. cumartesinin yarısı bitti ve ben daha yerleri bile süpürmedim. 

pertev eve gelip yeni oyuncaklarını deniyor. gitarına yeni pedal almış, tremolo sesler çıkarıyor. sakin görünüyor. ben pek sakin değilim. ev üstüme üstüme geliyor. yerin dibi, yirmi metre kare bahçedeki çirkin sarmaşıktan başka hiçbir şey görünmüyor. pertev'e bir yerlere gitmekle ilgili bir şeyler diyorum, anlamıyor. aklımdan geçenleri, ne söylüyor olabileceğimi kestiremeyip bana bunca zahmet veriyor. üç kez üst üste anlamayınca bir kez de avazım çıktığınca bağırarak söylüyorum. anında pişman oluyorum. kontrolsüzlüğümden utanıyorum. vasatlık. sinir bozukluğu. dikkat ettiyseniz hala yerleri süpürmedim.

rastgele çalmaya ayarlı müzikçaların düğmesine basıyorum. cesar franck violin sonata in a major iv allegretto poco mosso. boğazım düğümleniyor. alelacele üstümü giyiniyorum. boğuk bir sesle pertev’e yürüyüşe çıktığımı söyleyip kendimi dışarı atıyorum. 

böyle yabani, yabancı biri olmak istemiyorum. zamana seyirci kalmak istemiyorum. yarım saat boş vakit bulduğunda oturup hiç de yapmak zorunda olmadığı, kendi isteyerek üstlendiği bir işi halleden insanlar var. onlardan olmak istiyorum. hiçbir şeyi ertelemeyenler. her gün yeni şeyler öğrenenler. kendini boşa yaşıyormuş gibi hissetmemek için gerekenden fazlasını yapanlar. etkisini, tepkisini kusursuz bir şekilde kontrol edebilenler. ama gördüğünüz gibi günün çeyreğini bulaşığa, yarısını boşa harcadım, en sevdiğim insana anlamsızca sesimi yükselttim ve şimdi de yok yere dışarı çıktım. dışarıda ne yapacaksam. evlere, vitrinlere bakarak sokaklarda mı yürüsem. bunun anlamsızlık hissine faydası değil zararı olur. labirentte fare gibiyim. etrafımda duvarlar, duvarlar içinde bana yüklenmiş işler var. daralıyorum, darlanıyorum. gözlerim bile uzağı görmez oldu. insan miyop olursa duvarlardan, ufuksuzluktan olur tabii, başka neden olsun? yüksek bir yerlerden bakmayı deneyebilirim. belki biraz ufkum açılsa, ötelere baksam, bu bulantının üstüne yükselsem… 

işte montparnasse’a ilk kez böyle bir günde çıkıyorum. öyle yüksek ki aşağıdan gökdelenin tepesi bile çok net görünmüyor. girişte uyarıyorlar, vizibilite çok düşük. seyir için doğru bir gün değil. yine de çıkmak istiyor musunuz? istiyorum. buyrun, şu taraftan. asansör 56. kata götürüyor ve ardından iki kat da merdiven çıkıyorum. terasa adımımı attığımda kendimi kalın bir sisin içinde buluyorum. başka kimse yok, ortama derin bir sessizlik hakim. sağım, solum, önüm, arkam bembeyaz. gözümün odak ayarlarıyla oynayarak uzakta bir silüet, bir leke görmeye çalışıyorum, hiçbir şey görünmüyor. saramago’nun körlük romanında gibiyim. bembeyaz bir körlük. kör olan gözlerim değil, yaşamın kendisi. ama ikisi de aynı yola çıkıyor. üstelik körlüğe rağmen var olmalıyım.

terasa gürültücü, neşeli bir çift çıkınca oradan ayrılıp rastgele yürümeye başlıyorum. karşıma montparnasse mezarlığı çıkıyor, içeri giriyorum. beckett, baudelaire, franck, sartre ve beauvoir burada yatıyorlar. nasıl da ölüler. mezarlarının üstüne mektuplar, çiçekler, metro biletleri bırakılmış. unutulmuşların sis denizinde evini süpürmeyi pek dert etmemişlerin adacıkları.

- bir şeyi yapmaya nasıl başlayabilirim?
- o şeyi yaparak.