Thursday 7 March 2024

Mıtı

Bir kadın varmış, çocuğu olmuyormuş. Gitmiş falcıya, benim çocuğum olmuyor, nasıl çocuğum olur, demiş. Falcı da ona "Altına nohutları koy," demiş, "kırk gün sonra çocuğun olur."

Kadın altına nohutları koymuş, kırk gün sonra kırk tane çocuğu olmuş. Kırk tane nohut koymuş çünkü.


Çocuklar büyüyedururken, kadın bir gün ekmek yapıyormuş. Çocuklar ekmekleri alıp alıp kaçıyormuş, alıp alıp kaçıyormuş.

Kadın da öfkeyle oklavayı bir atmış, kırkını birden vurmuş. Serilmişler yere, kalmışlar.  

Bu sefer ağlamaya başlamış. "Oooy, vay ben bunları öldürdüüüm. Şimdi yaşasalardı tarladaki babalarına ekmek götürürlerdiii."

Oradan Mıtı çıkmış. "Anne, ben ölmedim kiii! Terliğin içine saklanmıştım!" demiş. Terliğin içinden çıkmış. "Ben götürürüm babama ekmeği." demiş.

Annesi, "Ama sen küçücüksün, nohut kadarsın oğlum," demiş. "Nasıl götüreceksin bu ekmekleri." 

Mıtı "Olsun olsun, ben götürürüm, eşeğin kulağına bağla sen ekmeği, ben götürürüm," demiş.

Annesi eşeğin kulağına ekmeği bağlamış, Mıtı da eşeğe binmiş, gitmiş babasının yanına tarlaya, yemekleri vermiş.


Mıtı çok hareketli bir çocukmuş, çok yaramazmış, durmuyormuş. Babası yemeğini yerken tutturmuş "Ben yapacağım, çifti ben süreceğim, ver tarlayı ben süreyim öküzlerle..."

Babası, "Olmaz, oğlum." demiş. "Süremezsin. Sarı öküz sıçar, bokunun altında kalırsın. Kara öküz işer, sidiğinin altında kalırsın."

Mıtı, "Olsun baba, bırak süreyim, n'olur süreyim!" demiş. Tarlayı sürmeye başlamış. Sürerken gerçekten de öyle olmuş. Sarı öküz sıçmış, Mıtı bokun altında kalmış. Kara öküz işemiş, Mıtı sidiğin altında kalmış.

Öyle olunca bu sefer, "Baba" demiş, "Ben gideyim şuradaki derede yıkanayım." Babası da "Tamam, oğlum. Git, yıkan." demiş.


Mıtı derede yıkanmaya başlamış. Yıkanırken derenin kenarında bir elma ağacı görmüş. Ağacın dallarında çok güzel elmalar varmış. Çıkmış elmanın başına, elmaları koparıp koparıp yemeye başlamış. Birazını da tişörtünün içine doldurmuş. Oradan bir dev karısı gelmiş, "Oooo!" demiş. "Ne güzel elma yiyorsun, bana da bir elma atsana!" Mıtı da "Tamam" demiş. Dev karısına da elma atmış.


Dev karısına elmaları atıyormuş ama dev karısı "Ay yakalayamadım, ay bu da kaçtı" diyerek elmaların hiçbirini yakalayamıyormuş. "Sen elinle uzatsana!" demiş.

Mıtı elmayı eliyle uzattığı zaman eliyle beraber tutmuş yakalamış Mıtı'yı, tumanının (şalvarının) içine koymuş.

Öylece evine götürmüş. Kızına demiş ki "Kızım, ben Aladağ'dan dayılarını yemeğe çağırmaya gidiyorum. Sen bu Mıtı'yı pişir, yemek yap."

Dev karısı gittikten sonra kızı Mıtı'yı almaya gelmiş. Ama Mıtı da çok hareketliymiş ya, kaçmış elinden. Evin içinde Mıtı koşmuş, kız kovalamış, Mıtı koşmuş, kız kovalamış derken Mıtı kızı tencerenin içine düşürüvermiş. Tencerenin altı da yanıyormuş zaten, içinde su kaynıyormuş. Kız pişmeye başlamış. Mıtı dışarıya kaçmış. Kavak ağacının başına çıkmış.


Annesi misafirlerle birlikte geri dönmüş. "Kızıım, bak dayınlar geldi, neden kalkıp hoş geldin demiyorsun?" diye kızına seslenmiş. Cevap veren yok. Bir de bakmış ki tencerenin içinde kaynayan kendi kızı. "Vaah!" demiş. Çıkmış dışarıya, Mıtı'yı aramaya başlamış. Kavak ağacının tepesinde Mıtı'yı görmüş. "Şimdi ben onu yakalarım." demiş. 


Ağaca çıkmaya çalışıyormuş ama bir türlü çıkamıyormuş. "Nasıl çıktın Mıtıııı?" demiş.

Mıtı da demiş ki "Değirmen taşlarını üst üste dizdim, öyle çıktım."


Dev karısı çok güçlü olduğu için değirmen taşlarını taşıyabiliyormuş. Koca taşları üst üste dizmiş, çıkmaya uğraşırken taşlar yıkılmış, dev karısı da altında kalmış. 


Son gücüyle yine Mıtı'ya seslenmiş.

"Mıtııı, ben ölüyorum, gel de bağrımdaki çıkını çöz," demiş.

Mıtı inmiş ağaçtan, dev karısının bağrındaki çıkını çözmüş. Kurtlar, kuşlar, yılanlar, çıyanlar çıkmış çıkından. Ve ne kadar kötülük varsa hepsi dünyaya yayılmış.


***

Anneannemin anneme anlattığı bir masal. Anadolu'dan bir Pandora'nın Kutusu hikayesi.

Tuesday 3 October 2023

N’apalım

Biri evrene seslendi:
“Hey, ben de varım!”
Evrenden yanıt geldi:
“Ol bakalım.”


Stepne Uçanturna

Wednesday 27 September 2023

margarita

aşk şudur budur

meyvesi nedir

allıysa ezgi

pulluysa mezgit

gitmesin kalsın

bitse de mezcal

Friday 4 August 2023

Kekçi Kedi

Yine onu masanın üstünde soğumaya bıraktığım kekten ısırık alırken yakaladığımda tam kızacaktım ki dile geldi ve şöyle dedi: Bir sonraki hayatımda insan olmak istiyorum. Neden biliyor musun? Sana kek yapabilmek için.

Wednesday 19 July 2023

Malrequited Love Letter

Güzel dostlarım, 


Nasılsınız? Umarım iyisinizdir, çiçeksinizdir, güzelsinizdir. Siz hiç güzel olmaz mısınız. Güzellik nedir, hep sizden öğrendim. Öğrenince de çok beğendim. Hepimize yetmez, dedim. Güzelliğinizi çoğaltmaya çalışıyorum, kopyacı diyorsunuz. Siz sanki ananızdan paketi yeni açılmış kopya kağıdı gibi dümdüz ve tastamam doğdunuz, sanki hiç buruşmayacak, hiç bahçemdeki rokalar gibi tohuma kaçmayacaksınız.


“Bahçem de bahçem” diye hava atıp duruyor, yetiştirdiği de iki gelincik, üç diken, diyorsunuz. Yoo, semizotu, kuzukulağı gibi kendiliğinden biten başka otlar da var. Sizi ne zamandır otlu kiş yemeye çağırıyorum, gelmiyorsunuz. Euro kaç para oldu, haberin var mı? Hem neden senin ayağına geleyim, sen tesadüfen buralara gelirsen, keyfimiz ve vaktimiz de olursa belki bi çay içeriz, diyorsunuz.


Geliyorum, arkadaşlarınızla Bodrum’daymışsınız. Beni de çağırırmışsınız ama yatacak yeriniz yokmuş. Tabii aynı yatakta yatabilirmişiz ama koca şeyiniz çok yer kapladığı için ben sevgilimle beraber sığmazmışım, o gelmesinmiş. Halbuki şimdi kolumuzu şöyle koysak bacağımızı böyle yerleştirsek... Ay telefonunuzun da pili bitiyormuş. Aman iyi, zaten hadi biz neyse de annem babam kaynım kardeşim nasıl yatacak derken ben de terlemeye başlamıştım. Allahtan sizin gibi fakire kalmadık.


Öyle görüşemedik, mektup yazıyorum. Yazın da çirkinmiş, hiçbir şey anlamadık, sen yazma lan obscurantist cahil değneği, diyorsunuz. Sorsanız söylerdim hangisi elif, hangisi be. Sanki siz hiç bilmece sormuyorsunuz. Bilmecenize kafa yorup cevap versem bu sefer de “Ohoo, ben bunun yanıtını 15 yaşındayken yarım saniyede bulmuştum.” diye eziyorsunuz. Siz 15 yaşınızdayken ben ne fındıklar kırıyordum, haberiniz yok. Hiç fındık kırmamış gibi kötüsünüz.


Madem fındığa fıstığa alerijiniz varmış, cevizli baklava yaptım, diyorum. Diyetteyim, yemem, niye uğraştın, diyorsunuz. Önceden söyleseydiniz pırasa yemeği yapardım. En son bana poğaça siparişi verdiğiniz için böyle şeylere merakınız var sanıyordum. Ama siz de haklısınız. Una, şekere, tuza dikkat etmek lazım.


Onu yeme, bunu ye, alkolü azalt, sigarayı bırak, kambur durma, nefes al, hareketsiz kalma... Her şeyi en çok sen biliyorsun, diyorsunuz. Hayatınız da cesediniz de güzel olsun diye uğraşıyorum. Rahat bırak da istediğim gibi yaşayayım, diyorsunuz. İstediğiniz gibi rahat ölmenize de mi yardımcı olmayalım? Diyelim ki zor öldünüz, ağlamayalım mı? Ağlarım, mızıkçı dersiniz. Büzükçüler sizi. Yine küfrettirdiniz beni işte. Ondan sonra da keskin sirke küpüne zarar, deyip arşivliyorsunuz. Aynı küpteyiz, bir kere de zeytinyağı gibi üste çıkmayıverin.


Seviyorum yavrum, seviyorum sizi. Hepinizi. Neden anlamak istemiyorsunuz? Başka seçeneğiniz yok, siz de beni seveceksiniz. Beni de seveceksiniz, benim sevdiklerimi de seveceksiniz.







Ne? Asıl ben mi sizi anlamıyormuşum? Canım siz de cin olmadan adam çarpmaya çalışıyorsunuz. Buna sevişmek mi denir? Sevişen halimiz buysa, işimiz var. Çok işimiz var.






Tuesday 18 July 2023

HOW NEWNESS ENTERS THE WORLD

Screenplay for a Dance Film - First Draft

to be shot in Forêt régionale de Rosny-sur-Seine in 2023-2024

duration: 11 minutes



CHARACTERS:

The Fairy

The Dragon

The Newness




SCENE I - THE FAIRY’S DANCE (2 minutes)


A girl in a pink silk dress (The Fairy) is doing an energetic, self-confident dance to some noisy, clashy and heroic music in the forest in the soft morning light. She catches glimpses of a black shadow ahead of her and starts to get uneasy and the music slows down with her movements also starting to look furtive and hesitant.



SCENE II - THE DRAGON’S DANCE (2 minutes)


A girl with a black mask (The Dragon) is doing a slow dance to some very peaceful music, waving her flowy smoke shawl in the air. Whenever she turns back, she catches a glimpse of something pink and moving. She starts getting angry as does the music. Her dance starts looking like the Tasmanian Monster. 


SCENE III - THE PURSUIT (2 minutes)


The dragon angrily dashes forward and the scared fairy starts running behind it. We see the Dragon’s Run, and then the Fairy’s Run. At some point during the pursuit, while passing through the dense growth of young hazelnut trees, the fairy stops, absentmindedly looks at the camera, and says “I’m being run before by a black dragon” and she continues to follow her. Next to the tree “grand chêne Mademoiselle”, the dragon stops and confusedly looks at the camera, and says “I’m being run after by a pink fairy”. After some angry grunts and frustrated gestures, she continues running.



SCENE IV - THE ENCOUNTER (1 minute)


Suddenly they come face to face in the kiosk. They are flabbergasted.

The dragon says “I am the bad black dragon of your nightmares. Let me give you some good advice: Don’t be yourself. Never. Ever. Be. Yourselfffff!“

The fairy replies as she calmly starts taking off her dress,
“OK, I’ll be you and you’ll be me.”



SCENE V - THE MERGE (2 minutes)


Rain pours down. The dragon removes its mask and hands it to the fairy. The dragon smiles, the fairy sheds some tears. A red silk sheet falls from the sky on top of the girls. Two people dance agitatedly under this sheet making big waves as they approach each other. They merge in a flash of light. 


SCENE VI - THE NEWNESS (2 minutes)


We see a handsome old gender-bender (The Newness), nearly naked with purple feathers and white-painted nails emerging from under the red sheet. The pink dress and the black mask emerge on the forest ground soiled and disappearing among the composting leaves as the red veil is pulled off by the Newness, who wraps it around and slowly dances away towards the sunset over reaped fields.



FIN


This is a work of fiction. All characters and events portrayed in it are purely imaginary.







Sunday 16 July 2023

Teke tek

2008 miydi, 2009 muydu, makroekonomi dersini hileyle hurdayla verebilmek için yaz okuluna kalmıştım. Kuzey yurtta kalıyordum. Akşamları hava kararınca güney kampüse yürüyüp hava almayı, biraz da piyasa yapmayı çok seviyordum.

Bir akşam yine öyle güney kampüse indiğimde steplerde birinin bilgisayarından gelen muhteşem klasik müziğin büyüsüne kapıldım. Gidip alt basamaklardan birine oturdum. En tepede de biri dans eder gibi sağa, sola, boşluğa garip garip hareketler yapıyordu. Performans mı yapıyor, deli mi, anlayamadım. Klasik müzik parçası bitip rastgele Power Rangers sountrack’i çalmaya başlayınca anladım. Bilgisayar bu çocuğa aitti.

Az önceki müzik çok güzeldi, yine onun gibi bir şeyler çalsana, dedim. Sevindi, yine aynı albümden bir parça açıp yanıma geldi. Konuşmaya başladık. O da Fizik bölümünde okuyormuş. Dedi, işte, ben kısa bir süre önce bu dünyaya dair bir şeylerin farkına vardım, kimsenin haberi yok. Çözdüğüm an gidip bütün kimliklerimi ormanda yaktım. Haftaya da zenginlerin evini yakmaya kararlıyım. Bir yalı seçtim boğazda, bahçesine girmek çok zor değil, haftaya bir gece benzinimle, kibritimle gidip yakacağım.

Eyvaah, dedim. Başımıza ne işler açtık.

Yazık, zehir gibi de çocuk. Bir yandan yıldızları gösterip bir şeyler anlatıyor, bir yandan aklınca bana diyalektik dersi vermeye çalışıyor. En son getirmiş gözümün dibine bir yaprak sokuşturmuş, bak, diyor, bak, ne görüyorsun. 

Aldım yaprağı. Hayır, dedim. Bakmayacağız, dinleyeceğiz. Dinleyelim bakalım, ne diyor. Aaa, aynı senin az önce bana söylediğin şeylere benziyor dedikleri. Güneş yıldızlardan bir yıldızdır, dünya etrafında başını eğip döner, bahar olur çıkarım, güz olur düşerim. O dünyada bir de insanlar vardır, dünyayla beraber kendi etrafında dönen. Güneş doğar kalkarlar, güneş batar yatarlar. Bak, biz de insanız. Bakıyoruz gökyüzüne güneş var mı? Yok. Aa, iyi adamın saati geçmiş. Yani yaprak diyor ki, yatın da zıbarın. 

Gözleri doldu. Ellerime sarıldı, sen beni nasıl bu kadar iyi anlayabildin diye ağlamaya başladı. Ben seni anlamadım ki, yaprağı anladım, dedim. O yüzden de şimdi yatmaya gidiyorum. 

Gitme, dedi ama ellerimi de bıraktı. Yurduma gidip yattım.

Wednesday 12 July 2023

Çiğ Sarı Etek

İlk gençliğimde hep pantolon giyerdim. Hareketli biriydim. Üstüm hep toz, toprak, köpek salyasıydı. Arkadaşlarımın beden eğitimi dersinde kulağıma “Eşofmanının ağı yırtık” diye fısıldaması gibi bir sürü utanç verici anım var.

Ben de istiyordum etek giyeyim yakışsın, arkadaşlarımla ters ışıkta palmiyelere karşı gülümseyerek küçük danslar eder gibi, dondurma reklamı gibi yaşayayım bu hayatı. Ama etek giyince bacaklarım gözüme dondurma çubuğu gibi görünüyordu. Herkes bedeninde bir şeylerden şikayetçiydi zaten ama işin başka boyutları da vardı: Etek giyince bir de ona göre ayakkabı ve bluz almak gerekiyordu. Bacaklarının kıllarını n’apıyormuş, sorusu devreye giriyordu. Ayrıca, çıplak bacaklarla çalılıklarda koşmak, taşa düşmek, iki dirhem bir çekirdek babamla ava gitmek hiç eğlenceli değildi.


Annem bir gün iş çıkışı beni kütüphaneye yakın güzel bir butiğe götürdü. Butik Mustafa. Kaliteli ve uygun fiyatlı şeyler satardı. Annem, hadi sana bir etek alalım, hiç eteğin yok, dedi. 


Etek mi? Canım sıkıldı ama bozuntuya vermemeye çalıştım. Bir sürü etek denedim, hiçbirini beğenmedim. En son çiğ sarı bir çan etek denedim. Ona da çan etek dendiğini yeni öğrenmiştim. Kötülerin arasında daha az kötü olanı buymuş gibi geldi. Annem dedi ki muhteşem oldu. Sana kötü görünüyorsa bile muhtemelen gözün alışık olmadığı için. Lütfen bunu alalım ve biraz giymeyi dene, bakalım alışacak mısın.


Aynaya baktım. Rezalet görünüyordum. Çan şeklinde açık sarı bir etek. Bacaklarım da çanın pandülü mü bu durumda. Ayağımda da siyah spor ayakkabılar vardı. Asla bu şekilde insan içine çıkamazdım ama annemle bu tatlı alışveriş kaçamağımız sırasında tatsızlık çıkarmak da istemiyordum. “Peki, senin güzel hatırın için deneyeceğim.” dedim.


Sonraki günlerde her sabah eteği giyip aynaya baktım. Biraz ağlayıp çıkardım, pantolonumu giydim. Ne vardı yeni bir pantolon alsak. En sonunda iade süresi geçmeden annemle konuşmaya karar verdim. 


Aaa, dedi. Faturayı da kaybettim. Nasıl iade edeceğiz?


Beraber dükkana gidelim, ben Butik Mustafa’yı konuşarak ikna etmeyi bir deneyeyim. Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır mıymış görelim, dedim. 


Dükkana gittik. Butik Mustafa’nın yanına gittim. Merhaba, hatırlarsanız geçen gün sizden sarı bir etek almıştım. Çok denedim ve alışmaya çalıştım ama kesinlikle benim tarzım değil. Hiç kullanmadım. İade etmek istiyorum ama annem de faturayı kaybetmiş. Bir çözüm bulabilir miyiz, diye sordum. Ağlamamı tutabildim, sakin sakin konuşabildim diye de kendimle biraz gurur duymuştum.


Butik Mustafa gözlüklerinin üstünden muzip muzip baktı. “Beğenmediysen niye aldın?” diye sordu.


“Annemin hatırı için aldım. Çünkü hatır için çiğ tavuk bile yenir.” deyiverdim.

“E ama şimdi de iade etmek istiyorsun? Hatır için çiğ tavuk yenir miymiş gerçekten?” diye uzattı.


Kendimi daha fazla tutamayarak boğuk bir sesle haykırdım:

“YENİR AMA KUSULUR!”


Annemle uzun uzun gülüştüler. İkisi de ikna olmuştu.

Komşunun çocukları ve çocukların hizmetçisi

14-15 yaşındaydım, lisede bir üst dönemden çok akıllı bir arkadaşımla bizim eve gelmiştik. Anahtarımla kapıyı açtım, kapının hemen önündeki aralıkta iki kardeşim yere oturmuş bir arkadaşlarıyla oynuyordu. Arkadaşım, “Bunlar kim?” diye sordu. “Onlar mı, komşunun çocukları, annem bakıyor onlara bazen, gelip burada oynuyorlar.” diye yanıt verdim. Arkadaşım anlayışla kaşlarını kaldırdı.

Bir süre sonra mutfağa gidip meyve tabağı hazırladım. Çocuklara da bir tabak meyve götürdüm. Kardeşlerimin arkadaşı “Bu kim?” diye sordu. Kardeşim Yorum yapıştırdı: “Bu bizim hizmetçimiz. Annem biz oynarken meyve filan getirsin diye tutmuş onu.”

another question

 if a tree falls in a forest and doesn’t make a sound, does it still deserve the forest ranger’s attention?

Friday 7 July 2023

I’m a back-translated one.

metin idik çevirdiler

canon’a saydılar bizi


Tuesday 6 September 2022

Dalgın


Çok önemli bir şeyi unutuyorum hissiyle

Aklımdaki açık sekmeler arasında geziyorum

Bir sekme daha açacaktım, neydi o? Rüyamda ne görmüştüm?

İşi bırakınca (ya da iş beni) nasıl para kazanacağımı düşünmek istiyorum,

Sanki düşünsem bulabilirim, ama parlak bir şey dikkatimi dağıtıyor.

Akşama ne yemek yapmalı? Ne zaman yola çıkmalı?

Akşama peynir ekmek var. Yola bir türlü çıkamıyorum.

Sıkılıyorum. Unutuyorum. Korkuyorum.

Unuttuğum şeyler sonum olacak.


Saturday 21 December 2019

Hélène the Helper

Dreamt in Franglish after seeing “Midi était en flammes” at Anis Gras
Performed by La Difforme, m.e.s by Jessica Dalle

At a time when we’re still school kids, Mum decides to take a “helper”. I am a little shocked at the idea. “Do we have the class for that?” I feel embarrassed about having a helper. She arrives, her name is Hélène. She’s splendid, tall with perfect skin and a relaxed attitude. I decide to “help” by doing everything before she does so that she won’t have to “help”. I clean my room, shop for food from the marché, cook, do the dishes and look after the plants. I feel strangely rejuvenated after her arrival and I am more willing to do everything. Perhaps this was how she was supposed to help us in the first place.

We are three kids and she is to take care of each kid individually after shower. She gives us three options: Do you want to be super neat and tidy? Do you want to learn something new? Do you want to feel pampered and loved? I wonder what my sisters choose, probably to feel loved.

While I’m thinking about what to choose when it’s my turn, Hélène the Helper returns from shower. I run before her as she approaches my bed in the room and I meet her with thick, luxury, forest green towels. I wrap her hair and her body in towels. “Oh, this towel is better for the hair and the other for the body, let’s swap.” She agrees. Afterwards I ask her if she puts on any lotions and such, and I start searching in my things for something that will please her. Finally I find a large blue tube of Shisheido body lotion and I pour a great quantity of it in her hand, she puts some of it on her body and gives back the excess. I spread it generously (and a little sensually) on my legs, on my neck and my arms and there’s still some spilt on the ground, I take it in my palm and offer some to my little sisters who are now little kids wearing little wedding-gown-like ball costumes and jewellery made of “paillettes”. I mock them for their choice of dress but then I decide to let them be.

Before I go out, we have a conversation with Hélène the Helper about whether we have the discipline to have breakfast every day or not. I say “I have the discipline to have breakfast every day even if it spoils my discipline to go to work/school on time. I am always late by half an hour.” We laugh. She says she is always late too. I know she’s always late. She’s that kind of person who makes you wait and you have no problem waiting for her.

I notice on the wall, the postcard I sent to my sister years ago (It’s the photo of a joyful Coca Cola girl in an open top car). My sister stuck some triangle shaped wrapping papers covering a part of the image. I wonder what the paper is hiding. When my sister is not in the room I check under it and see that it was the “décolleté” and the nipple of the Coca Cola girl showing through her top. I feel happy because my sister cares about me, holds on to what I gave her and keeps it on her wall. I feel sad because she has moved in another direction, away from the way of “jouissance”, out of my control. “Because of her marriage,” I say to myself.

I see from my window my colleague Hélène who happens to live in “maison de ville mitoyenne juste en face” she’s doing a playful dance move looking at a high window of her house (probably at her kids at the window). It looks like suburbs or a small town and next to the white-washed walls of the buildings across the road, there are the wooden stalls full of ripe and shiny fruits and vegetables. To the great surprise of Hélène the Helper and my sister in the room, I open the window, shout at my colleague very loudly “Hélène!” and when she looks, I do her a dance move and she laughs. (Later I have regrets, “Was it inappropriate? Did I interfere with a private moment? Did I disturb her in her daily life?”) Then I go out and as I’m wandering in the streets, I receive a message from her on my phone. A video of her singing very nicely and me doing a funny (but incredibly well-sung) “opera voice” singing to the end of her song. We laugh and hug in the video. I reply “When was this? It’s hilarious. I don’t remember, I was drunk😂” 

Later, back in real life outside, I see a bridge and I approach the banisters to look at the water. It flows uninterestingly. I turn my back to the stream and lean against the banisters. A very happy dog starts running towards me from a distance. The dog throws itself in my arms and upon perceiving my smell, it understands it made a mistake. It gets down, confused, apologetic and disappointed but still being nice enough to me to wag its tail a little as I caress it. I notice a plastic chair with cushions and think to myself, it mixed me up with its favorite person who usually sits here. Because its eyes don’t see well. Because it’s an old dog. I regret not taking a photo of it when it was running towards me because it was such a sight to see.

I leave the bridge and continue walking in the streets between houses, I see an incredibly long and colourful anaconda moving in a distance. I’m intrigued, I walk towards it. Where the snake was, there’s a bed on the pavement. And on the bed, sleeping, is a big muscular man whose colourful scale-like hair moves up and down with his every breath. The hair is aligned like the spikes of a dragon along the muscles and bones. It’s oddly attractive. In the dream, this is a natural phenomenon called “drummer poils”. I touch the hair, the dragon-anaconda man wakes up and takes me tenderly in his arms on this street bed.

Saturday 24 March 2018

(varoluştan sonra) özgelmiş/özgeçmiş

kuzenime yaranmak için steinbeck, hemingway, beckett, marquez, ionesco, le guin okudum, pink floyd’un bütün şarkılarını ezberledim. onun gibi etrafımdakilerden farklı olabilmek, başımdan geçenleri onun gibi eğlenceli bir şekilde anlatabilmek istedim. (metal dinlemeyi de denedim ama beceremedim.) komşu kızı ebru’ya yaranmak için satranç oynadım, ingilizce çalıştım. mike sende göz var, kadrajın çok iyi dedi, ona yaranmak için bir dünya fotoğraf çektim. ergül’e yaranmak için insanları güldüren biri olmaya çalıştım. seçkin’e yaranmak için canterbury tales’den onlarca dize ezberledim, didem’e yaranmak için güzel sanatlar kulübü’ne girip resim, çömlek, heykel, mum... ne varsa yaptım. dilek’e yaranmak için derrida’yı okuyup anlamaya uğraştım, onu pek yapamayınca kedi sevdim, çeviri teorilerini okudum, vejeteryan oldum. (sonra bıraktım.) mehmet rıfat’a yaranmak için roland barthes okudum, apollinaire’den şiirler ezberledim. özge’ye yaranmak için blog yazdım, performans festivallerinde gönüllü çalıştım, foucault okudum, tek ayak üstünde durdum, takla attım, yerlerde süründüm, maya deren filmleri izledim. ece’ye yaranmak için sosyoloji dersi aldım, banu’ya yaranmak için almanca, feyza’ya yaranmak için art and beauty, postmodern fiction, nonfiction into contemporary art. hatta feyza’yla aynı master programına başvurdum, beraber sınava girdik, kabul aldım, dersleri geçtim, sıra tez yazmaya gelince su koyverdim. ona yaranmak için aldığım derslerin çoğunu da add-drop döneminde bırakmıştım zaten. dan’e yaranmak için çarşamba günleri saatli binada klasik müzik konserlerine gittim. deniz’e yaranmak için progresif rock ve barok müzik dinledim, arama motorunda ışık teorisi, sistem teorisi, oyun teorisi arattım, övdüğü piaget kitabını kütüphaneden ödünç alıp okudum. piyanoda çalmayı sevdiği, dans çalışmalarımızda kullandığı parçayı (chopin nocturne no. 20) başka yerde duyunca gösterişli bir şekilde duygulandım. fransızca çalıştım, web tasarımına giriş dersi aldım. mine’yle müge’ye yaranmak için sünger gibi içki içtim, soğukta helikopter pistinde sabahladım, punk rock dinledim, saçımı boyadım. derya’ya yaranmak için barda en güzel ben dans ettim. sinan’a yaranmak için postmodernciliği bıraktım, bayram zamanı kampüse ateist afişler asarken koli bandını hep ben kestim dişimle, solcu iklimci zirvede ardıl çeviri yaptım, özgür olmayı denedim. simon’a yaranmak için müzik teorisi kaynakları indirdim, kafam pek de basmadı. şostakoviç ve sibelius dinledim. seb’e yaranmak için onun grubuyla stüdyoya girip şarkı söyledim. bisiklet aldım, bas gitar aldım. linogravür yaptım. üç yıl boyunca sinemada ömür boyu izlediğimden fazla film izledim. kendi kendime olsam gitmeyeceğim konserlere gidip çok eğlendim. lezbiyen feminist film festivalinde gönüllü çalıştım. 

yaranmak isteyebileceğim insanlarla karşılaşmayı her zaman isterim.

Wednesday 22 February 2017

Friday 20 May 2016

bir başka toplu taşıma hikayesi

Geçen gün trene bindiğimde genç bir kadın fosforlu pembe iplerle örgü örüyordu. Metro ortamının griliğinde yalım yalım parlayan o pembeliği fark etmemek mümkün değildi. Genç kadının da bu fark edilmişliğin farkında olmaması, sadece herkes kadar görünür olduğunu sanması imkansızdı. Hiç etrafına bakmadan, umursamazca örgüsüne devam ediyordu. 

Metronun öbür yanındaki boş bir koltuğa oturup göz ucuyla onu izlemeye başladım. Bazen insanlara uzun uzun bakmak isterim ama bakışlarımın farkına vardıkları anda gözlerimi kaçırırım. Kimseyi rahatsız etmek istemem, bir yandan bunun kabul edilemez, rahatsız edici bir şey sayılmasına hayıflanırım. Bu kadınsa insanlar bakışlarını kaçırmasınlar diye gözlerini örgüsünden ayırmıyor gibiydi, o yüzden rahat rahat izliyordum.

Bir sonraki durakta trene yaşlıca, enerjik mi enerjik bir kadın bindi. Biner binmez de örgü ören kadını fark etti, bana gülerek başıyla kadını işaret etti. Yanıma oturup kadının örgüsü hakkında yorumlar yaptı. “Ne kadar da parlak değil mi, anında insanın gözüne çarpıyor, güzel de örmüş, çok tatlı kız ya...” Gülümseyerek başımı öne eğip “evet” dedim. Gözlerimi kaçırdım hemen.

Günlerim insanları özlemekle geçer. İnsan göreyim, insanlar benimle konuşsun, herkes herkesi çok sevsin, bir anda karnaval olsun, sokakta dans etmeye başlayalım isterim. Sonra da tanımadığım biri bana dostça bir şeyler söylediğinde yabancı gibi utanır kaçarım. Manyak mıyım neyim?

Sunday 24 January 2016

sis

boş vakitlerinde var olmaya çalışan alt-orta sınıf (temizlikçi tutacak parası yok) kadın kahramanımızın temizlikten kaçarken tribe girip koca cumartesiyi hiç etmesinin öyküsü

sis


erken uyanıyorum. hafta sonu başlıyor. hava gri. sıra bende. temizlik yapılacak. yerlerde saç, kıl, tüy, toz. çamaşır yıkanacak. kim bilir kaçıncı kez sıra bende. aslında sıra diye bir şey yok, miskinliğin sınırları var. kahvaltı yok, kahve var. evde kimseler yok. bulaşıklar var. hep önce bulaşıktan başlarım. bulaşık yıkamaktan bıktım.

hafta sonu yapmak istediğim başka şeyler de var. george perec’in especes d’espaces kitabını okurken not aldığım sözcüklerin anlamlarına sözlükten bakmak ve defterime yazmak. çok isteyerek ve gerekli bularak üstlendiğim halde üç aydır beklettiğim kitap çevirisine başlamak. dünkü konserde çektiğim fotoğrafları rötuşlayıp ilgili kişilere göndermek. daha önce pek gezmediğim bir semtin sokaklarında yürümek ve mütevazı bir kafede oturup bir şeyler yazmak. gitarda yeni bir şeyler çalmaya başlamak. bedenimi esnetmek ve bildiğim hareketleri yaparak kaslarımı toplamak. hah, onun için bile önce yeri temizlemek gerekiyor. 

kanepede twitter’ı baştan sona okuyup bir şeylere sinirleniyorum. ayak parmaklarıma oje sürüyorum ve uzaktaki bir arkadaşımla konuşuyorum. bir şeyler yiyorum. çamaşırları makineye atıyorum. anksiyete. hafta sonu geçiyor. cumartesinin yarısı bitti ve ben daha yerleri bile süpürmedim. 

pertev eve gelip yeni oyuncaklarını deniyor. gitarına yeni pedal almış, tremolo sesler çıkarıyor. sakin görünüyor. ben pek sakin değilim. ev üstüme üstüme geliyor. yerin dibi, yirmi metre kare bahçedeki çirkin sarmaşıktan başka hiçbir şey görünmüyor. pertev'e bir yerlere gitmekle ilgili bir şeyler diyorum, anlamıyor. aklımdan geçenleri, ne söylüyor olabileceğimi kestiremeyip bana bunca zahmet veriyor. üç kez üst üste anlamayınca bir kez de avazım çıktığınca bağırarak söylüyorum. anında pişman oluyorum. kontrolsüzlüğümden utanıyorum. vasatlık. sinir bozukluğu. dikkat ettiyseniz hala yerleri süpürmedim.

rastgele çalmaya ayarlı müzikçaların düğmesine basıyorum. cesar franck violin sonata in a major iv allegretto poco mosso. boğazım düğümleniyor. alelacele üstümü giyiniyorum. boğuk bir sesle pertev’e yürüyüşe çıktığımı söyleyip kendimi dışarı atıyorum. 

böyle yabani, yabancı biri olmak istemiyorum. zamana seyirci kalmak istemiyorum. yarım saat boş vakit bulduğunda oturup hiç de yapmak zorunda olmadığı, kendi isteyerek üstlendiği bir işi halleden insanlar var. onlardan olmak istiyorum. hiçbir şeyi ertelemeyenler. her gün yeni şeyler öğrenenler. kendini boşa yaşıyormuş gibi hissetmemek için gerekenden fazlasını yapanlar. etkisini, tepkisini kusursuz bir şekilde kontrol edebilenler. ama gördüğünüz gibi günün çeyreğini bulaşığa, yarısını boşa harcadım, en sevdiğim insana anlamsızca sesimi yükselttim ve şimdi de yok yere dışarı çıktım. dışarıda ne yapacaksam. evlere, vitrinlere bakarak sokaklarda mı yürüsem. bunun anlamsızlık hissine faydası değil zararı olur. labirentte fare gibiyim. etrafımda duvarlar, duvarlar içinde bana yüklenmiş işler var. daralıyorum, darlanıyorum. gözlerim bile uzağı görmez oldu. insan miyop olursa duvarlardan, ufuksuzluktan olur tabii, başka neden olsun? yüksek bir yerlerden bakmayı deneyebilirim. belki biraz ufkum açılsa, ötelere baksam, bu bulantının üstüne yükselsem… 

işte montparnasse’a ilk kez böyle bir günde çıkıyorum. öyle yüksek ki aşağıdan gökdelenin tepesi bile çok net görünmüyor. girişte uyarıyorlar, vizibilite çok düşük. seyir için doğru bir gün değil. yine de çıkmak istiyor musunuz? istiyorum. buyrun, şu taraftan. asansör 56. kata götürüyor ve ardından iki kat da merdiven çıkıyorum. terasa adımımı attığımda kendimi kalın bir sisin içinde buluyorum. başka kimse yok, ortama derin bir sessizlik hakim. sağım, solum, önüm, arkam bembeyaz. gözümün odak ayarlarıyla oynayarak uzakta bir silüet, bir leke görmeye çalışıyorum, hiçbir şey görünmüyor. saramago’nun körlük romanında gibiyim. bembeyaz bir körlük. kör olan gözlerim değil, yaşamın kendisi. ama ikisi de aynı yola çıkıyor. üstelik körlüğe rağmen var olmalıyım.

terasa gürültücü, neşeli bir çift çıkınca oradan ayrılıp rastgele yürümeye başlıyorum. karşıma montparnasse mezarlığı çıkıyor, içeri giriyorum. beckett, baudelaire, franck, sartre ve beauvoir burada yatıyorlar. nasıl da ölüler. mezarlarının üstüne mektuplar, çiçekler, metro biletleri bırakılmış. unutulmuşların sis denizinde evini süpürmeyi pek dert etmemişlerin adacıkları.

- bir şeyi yapmaya nasıl başlayabilirim?
- o şeyi yaparak.

Friday 10 October 2014

Logical Fallacy: Argument from Beautiful Person

the claim that the speaker is gorgeous, and so should be trusted.


(there are more logical ways of trusting her)

Thursday 27 February 2014

adı var, kendi yok

Doğal sayılar sıfırdan başlar, çünkü bir şeyin "hiç olmaması" ya da bitmesi çok doğal bir durumdur.

Friday 13 December 2013

anomali

bu sabah metroyla işe giderken 4.hatta binip yerime oturduğumda gördüm onu. hemen fark etmedim, önce botlarını, sonra kafasını, ve ardından bunların arasında olup biteni algıladım. asık suratlı, ne çirkin ne güzel bir kadındı. oturacak bir sürü boş yer olduğu halde ortadaki direğe tutunuyor, metro fren yaptıkça bir o yana, bir bu yana abartılı bir şekilde savruluyordu. galiba biraz sarhoştu. veya performans yapıyordu. üstünde pembe bir sütyen ve mini kot şorttan başka hiçbir şey yoktu. aralığın ortasıydı, ama o üşümüş görünmüyordu. savruldukça bazen sütyeni açılıyor, memeleri ortaya çıkıyordu. bazen kendiliğinden sütyenini kaldırıyor, kot şortunun fermuarını indiriyor, insanlara gösteriyordu. çok yaklaştığı, üzerine gittiği kişiler bazen hiçbir şey demeden kalkıp başka, daha uzak bir oturağa oturuyordu. yanımda oturan adam dergisini okumaya devam ediyordu. başka bir kadınla başka bir adam bunun tamamen dışında başka bir konuda bir şeyler konuşuyordu. kimse ne özellikle ona bakıyor, ne özellikle gözlerini kaçırıyordu.

bu böyle iki durak boyunca, ben gare du nord'da inene kadar devam etti. durağı gelen insanlar indiler. kimse ağzını açıp bir söz etmedi, söylenmedi, saçma sapan espriler yapmadı. sinirlenmiş, ajite olmuş görünmedi. kimse kadının üstüne bir şeyler örtmeye kalkışmadı. kimse imdat kolunu çekip güvenliği çağırmadı. hayat öylece devam etti.