Saturday, 21 December 2019

Hélène the Helper

Dreamt in Franglish after seeing “Midi était en flammes” at Anis Gras
Performed by La Difforme, m.e.s by Jessica Dalle

At a time when we’re still school kids, Mum decides to take a “helper”. I am a little shocked at the idea. “Do we have the class for that?” I feel embarrassed about having a helper. She arrives, her name is Hélène. She’s splendid, tall with perfect skin and a relaxed attitude. I decide to “help” by doing everything before she does so that she won’t have to “help”. I clean my room, shop for food from the marché, cook, do the dishes and look after the plants. I feel strangely rejuvenated after her arrival and I am more willing to do everything. Perhaps this was how she was supposed to help us in the first place.

We are three kids and she is to take care of each kid individually after shower. She gives us three options: Do you want to be super neat and tidy? Do you want to learn something new? Do you want to feel pampered and loved? I wonder what my sisters choose, probably to feel loved.

While I’m thinking about what to choose when it’s my turn, Hélène the Helper returns from shower. I run before her as she approaches my bed in the room and I meet her with thick, luxury, forest green towels. I wrap her hair and her body in towels. “Oh, this towel is better for the hair and the other for the body, let’s swap.” She agrees. Afterwards I ask her if she puts on any lotions and such, and I start searching in my things for something that will please her. Finally I find a large blue tube of Shisheido body lotion and I pour a great quantity of it in her hand, she puts some of it on her body and gives back the excess. I spread it generously (and a little sensually) on my legs, on my neck and my arms and there’s still some spilt on the ground, I take it in my palm and offer some to my little sisters who are now little kids wearing little wedding-gown-like ball costumes and jewellery made of “paillettes”. I mock them for their choice of dress but then I decide to let them be.

Before I go out, we have a conversation with Hélène the Helper about whether we have the discipline to have breakfast every day or not. I say “I have the discipline to have breakfast every day even if it spoils my discipline to go to work/school on time. I am always late by half an hour.” We laugh. She says she is always late too. I know she’s always late. She’s that kind of person who makes you wait and you have no problem waiting for her.

I notice on the wall, the postcard I sent to my sister years ago (It’s the photo of a joyful Coca Cola girl in an open top car). My sister stuck some triangle shaped wrapping papers covering a part of the image. I wonder what the paper is hiding. When my sister is not in the room I check under it and see that it was the “décolleté” and the nipple of the Coca Cola girl showing through her top. I feel happy because my sister cares about me, holds on to what I gave her and keeps it on her wall. I feel sad because she has moved in another direction, away from the way of “jouissance”, out of my control. “Because of her marriage,” I say to myself.

I see from my window my colleague Hélène who happens to live in “maison de ville mitoyenne juste en face” she’s doing a playful dance move looking at a high window of her house (probably at her kids at the window). It looks like suburbs or a small town and next to the white-washed walls of the buildings across the road, there are the wooden stalls full of ripe and shiny fruits and vegetables. To the great surprise of Hélène the Helper and my sister in the room, I open the window, shout at my colleague very loudly “Hélène!” and when she looks, I do her a dance move and she laughs. (Later I have regrets, “Was it inappropriate? Did I interfere with a private moment? Did I disturb her in her daily life?”) Then I go out and as I’m wandering in the streets, I receive a message from her on my phone. A video of her singing very nicely and me doing a funny (but incredibly well-sung) “opera voice” singing to the end of her song. We laugh and hug in the video. I reply “When was this? It’s hilarious. I don’t remember, I was drunk😂” 

Later, back in real life outside, I see a bridge and I approach the banisters to look at the water. It flows uninterestingly. I turn my back to the stream and lean against the banisters. A very happy dog starts running towards me from a distance. The dog throws itself in my arms and upon perceiving my smell, it understands it made a mistake. It gets down, confused, apologetic and disappointed but still being nice enough to me to wag its tail a little as I caress it. I notice a plastic chair with cushions and think to myself, it mixed me up with its favorite person who usually sits here. Because its eyes don’t see well. Because it’s an old dog. I regret not taking a photo of it when it was running towards me because it was such a sight to see.

I leave the bridge and continue walking in the streets between houses, I see an incredibly long and colourful anaconda moving in a distance. I’m intrigued, I walk towards it. Where the snake was, there’s a bed on the pavement. And on the bed, sleeping, is a big muscular man whose colourful scale-like hair moves up and down with his every breath. The hair is aligned like the spikes of a dragon along the muscles and bones. It’s oddly attractive. In the dream, this is a natural phenomenon called “drummer poils”. I touch the hair, the dragon-anaconda man wakes up and takes me tenderly in his arms on this street bed.

Saturday, 24 March 2018

(varoluştan sonra) özgelmiş/özgeçmiş

kuzenime yaranmak için steinbeck, hemingway, beckett, marquez, ionesco, le guin okudum, pink floyd’un bütün şarkılarını ezberledim. onun gibi etrafımdakilerden farklı olabilmek, başımdan geçenleri onun gibi eğlenceli bir şekilde anlatabilmek istedim. (metal dinlemeyi de denedim ama beceremedim.) komşu kızı ebru’ya yaranmak için satranç oynadım, ingilizce çalıştım. mike sende göz var, kadrajın çok iyi dedi, ona yaranmak için bir dünya fotoğraf çektim. ergül’e yaranmak için insanları güldüren biri olmaya çalıştım. seçkin’e yaranmak için canterbury tales’den onlarca dize ezberledim, didem’e yaranmak için güzel sanatlar kulübü’ne girip resim, çömlek, heykel, mum... ne varsa yaptım. dilek’e yaranmak için derrida’yı okuyup anlamaya uğraştım, onu pek yapamayınca kedi sevdim, çeviri teorilerini okudum, vejeteryan oldum. (sonra bıraktım.) mehmet rıfat’a yaranmak için roland barthes okudum, apollinaire’den şiirler ezberledim. özge’ye yaranmak için blog yazdım, performans festivallerinde gönüllü çalıştım, foucault okudum, tek ayak üstünde durdum, takla attım, yerlerde süründüm, maya deren filmleri izledim. ece’ye yaranmak için sosyoloji dersi aldım, banu’ya yaranmak için almanca, feyza’ya yaranmak için art and beauty, postmodern fiction, nonfiction into contemporary art. hatta feyza’yla aynı master programına başvurdum, beraber sınava girdik, kabul aldım, dersleri geçtim, sıra tez yazmaya gelince su koyverdim. ona yaranmak için aldığım derslerin çoğunu da add-drop döneminde bırakmıştım zaten. dan’e yaranmak için çarşamba günleri saatli binada klasik müzik konserlerine gittim. deniz’e yaranmak için progresif rock ve barok müzik dinledim, arama motorunda ışık teorisi, sistem teorisi, oyun teorisi arattım, övdüğü piaget kitabını kütüphaneden ödünç alıp okudum. piyanoda çalmayı sevdiği, dans çalışmalarımızda kullandığı parçayı (chopin nocturne no. 20) başka yerde duyunca gösterişli bir şekilde duygulandım. fransızca çalıştım, web tasarımına giriş dersi aldım. mine’yle müge’ye yaranmak için sünger gibi içki içtim, soğukta helikopter pistinde sabahladım, punk rock dinledim, saçımı boyadım. derya’ya yaranmak için barda en güzel ben dans ettim. sinan’a yaranmak için postmodernciliği bıraktım, bayram zamanı kampüse ateist afişler asarken koli bandını hep ben kestim dişimle, solcu iklimci zirvede ardıl çeviri yaptım, özgür olmayı denedim. simon’a yaranmak için müzik teorisi kaynakları indirdim, kafam pek de basmadı. şostakoviç ve sibelius dinledim. seb’e yaranmak için onun grubuyla stüdyoya girip şarkı söyledim. bisiklet aldım, bas gitar aldım. linogravür yaptım. üç yıl boyunca sinemada ömür boyu izlediğimden fazla film izledim. kendi kendime olsam gitmeyeceğim konserlere gidip çok eğlendim. lezbiyen feminist film festivalinde gönüllü çalıştım. 

yaranmak isteyebileceğim insanlarla karşılaşmayı her zaman isterim.

Wednesday, 22 February 2017

Friday, 20 May 2016

bir başka toplu taşıma hikayesi

Geçen gün trene bindiğimde genç bir kadın fosforlu pembe iplerle örgü örüyordu. Metro ortamının griliğinde yalım yalım parlayan o pembeliği fark etmemek mümkün değildi. Genç kadının da bu fark edilmişliğin farkında olmaması, sadece herkes kadar görünür olduğunu sanması imkansızdı. Hiç etrafına bakmadan, umursamazca örgüsüne devam ediyordu. 

Metronun öbür yanındaki boş bir koltuğa oturup göz ucuyla onu izlemeye başladım. Bazen insanlara uzun uzun bakmak isterim ama bakışlarımın farkına vardıkları anda gözlerimi kaçırırım. Kimseyi rahatsız etmek istemem, bir yandan bunun kabul edilemez, rahatsız edici bir şey sayılmasına hayıflanırım. Bu kadınsa insanlar bakışlarını kaçırmasınlar diye gözlerini örgüsünden ayırmıyor gibiydi, o yüzden rahat rahat izliyordum.

Bir sonraki durakta trene yaşlıca, enerjik mi enerjik bir kadın bindi. Biner binmez de örgü ören kadını fark etti, bana gülerek başıyla kadını işaret etti. Yanıma oturup kadının örgüsü hakkında yorumlar yaptı. “Ne kadar da parlak değil mi, anında insanın gözüne çarpıyor, güzel de örmüş, çok tatlı kız ya...” Gülümseyerek başımı öne eğip “evet” dedim. Gözlerimi kaçırdım hemen.

Günlerim insanları özlemekle geçer. İnsan göreyim, insanlar benimle konuşsun, herkes herkesi çok sevsin, bir anda karnaval olsun, sokakta dans etmeye başlayalım isterim. Sonra da tanımadığım biri bana dostça bir şeyler söylediğinde yabancı gibi utanır kaçarım. Manyak mıyım neyim?

Sunday, 24 January 2016

sis

boş vakitlerinde var olmaya çalışan alt-orta sınıf (temizlikçi tutacak parası yok) kadın kahramanımızın temizlikten kaçarken tribe girip koca cumartesiyi hiç etmesinin öyküsü

sis


erken uyanıyorum. hafta sonu başlıyor. hava gri. sıra bende. temizlik yapılacak. yerlerde saç, kıl, tüy, toz. çamaşır yıkanacak. kim bilir kaçıncı kez sıra bende. aslında sıra diye bir şey yok, miskinliğin sınırları var. kahvaltı yok, kahve var. evde kimseler yok. bulaşıklar var. hep önce bulaşıktan başlarım. bulaşık yıkamaktan bıktım.

hafta sonu yapmak istediğim başka şeyler de var. george perec’in especes d’espaces kitabını okurken not aldığım sözcüklerin anlamlarına sözlükten bakmak ve defterime yazmak. çok isteyerek ve gerekli bularak üstlendiğim halde üç aydır beklettiğim kitap çevirisine başlamak. dünkü konserde çektiğim fotoğrafları rötuşlayıp ilgili kişilere göndermek. daha önce pek gezmediğim bir semtin sokaklarında yürümek ve mütevazı bir kafede oturup bir şeyler yazmak. gitarda yeni bir şeyler çalmaya başlamak. bedenimi esnetmek ve bildiğim hareketleri yaparak kaslarımı toplamak. hah, onun için bile önce yeri temizlemek gerekiyor. 

kanepede twitter’ı baştan sona okuyup bir şeylere sinirleniyorum. ayak parmaklarıma oje sürüyorum ve uzaktaki bir arkadaşımla konuşuyorum. bir şeyler yiyorum. çamaşırları makineye atıyorum. anksiyete. hafta sonu geçiyor. cumartesinin yarısı bitti ve ben daha yerleri bile süpürmedim. 

pertev eve gelip yeni oyuncaklarını deniyor. gitarına yeni pedal almış, tremolo sesler çıkarıyor. sakin görünüyor. ben pek sakin değilim. ev üstüme üstüme geliyor. yerin dibi, yirmi metre kare bahçedeki çirkin sarmaşıktan başka hiçbir şey görünmüyor. pertev'e bir yerlere gitmekle ilgili bir şeyler diyorum, anlamıyor. aklımdan geçenleri, ne söylüyor olabileceğimi kestiremeyip bana bunca zahmet veriyor. üç kez üst üste anlamayınca bir kez de avazım çıktığınca bağırarak söylüyorum. anında pişman oluyorum. kontrolsüzlüğümden utanıyorum. vasatlık. sinir bozukluğu. dikkat ettiyseniz hala yerleri süpürmedim.

rastgele çalmaya ayarlı müzikçaların düğmesine basıyorum. cesar franck violin sonata in a major iv allegretto poco mosso. boğazım düğümleniyor. alelacele üstümü giyiniyorum. boğuk bir sesle pertev’e yürüyüşe çıktığımı söyleyip kendimi dışarı atıyorum. 

böyle yabani, yabancı biri olmak istemiyorum. zamana seyirci kalmak istemiyorum. yarım saat boş vakit bulduğunda oturup hiç de yapmak zorunda olmadığı, kendi isteyerek üstlendiği bir işi halleden insanlar var. onlardan olmak istiyorum. hiçbir şeyi ertelemeyenler. her gün yeni şeyler öğrenenler. kendini boşa yaşıyormuş gibi hissetmemek için gerekenden fazlasını yapanlar. etkisini, tepkisini kusursuz bir şekilde kontrol edebilenler. ama gördüğünüz gibi günün çeyreğini bulaşığa, yarısını boşa harcadım, en sevdiğim insana anlamsızca sesimi yükselttim ve şimdi de yok yere dışarı çıktım. dışarıda ne yapacaksam. evlere, vitrinlere bakarak sokaklarda mı yürüsem. bunun anlamsızlık hissine faydası değil zararı olur. labirentte fare gibiyim. etrafımda duvarlar, duvarlar içinde bana yüklenmiş işler var. daralıyorum, darlanıyorum. gözlerim bile uzağı görmez oldu. insan miyop olursa duvarlardan, ufuksuzluktan olur tabii, başka neden olsun? yüksek bir yerlerden bakmayı deneyebilirim. belki biraz ufkum açılsa, ötelere baksam, bu bulantının üstüne yükselsem… 

işte montparnasse’a ilk kez böyle bir günde çıkıyorum. öyle yüksek ki aşağıdan gökdelenin tepesi bile çok net görünmüyor. girişte uyarıyorlar, vizibilite çok düşük. seyir için doğru bir gün değil. yine de çıkmak istiyor musunuz? istiyorum. buyrun, şu taraftan. asansör 56. kata götürüyor ve ardından iki kat da merdiven çıkıyorum. terasa adımımı attığımda kendimi kalın bir sisin içinde buluyorum. başka kimse yok, ortama derin bir sessizlik hakim. sağım, solum, önüm, arkam bembeyaz. gözümün odak ayarlarıyla oynayarak uzakta bir silüet, bir leke görmeye çalışıyorum, hiçbir şey görünmüyor. saramago’nun körlük romanında gibiyim. bembeyaz bir körlük. kör olan gözlerim değil, yaşamın kendisi. ama ikisi de aynı yola çıkıyor. üstelik körlüğe rağmen var olmalıyım.

terasa gürültücü, neşeli bir çift çıkınca oradan ayrılıp rastgele yürümeye başlıyorum. karşıma montparnasse mezarlığı çıkıyor, içeri giriyorum. beckett, baudelaire, franck, sartre ve beauvoir burada yatıyorlar. nasıl da ölüler. mezarlarının üstüne mektuplar, çiçekler, metro biletleri bırakılmış. unutulmuşların sis denizinde evini süpürmeyi pek dert etmemişlerin adacıkları.

- bir şeyi yapmaya nasıl başlayabilirim?
- o şeyi yaparak.

Friday, 10 October 2014

Logical Fallacy: Argument from Beautiful Person

the claim that the speaker is gorgeous, and so should be trusted.


(there are more logical ways of trusting her)

Thursday, 27 February 2014

adı var, kendi yok

Doğal sayılar sıfırdan başlar, çünkü bir şeyin "hiç olmaması" ya da bitmesi çok doğal bir durumdur.

Friday, 13 December 2013

anomali

bu sabah metroyla işe giderken 4.hatta binip yerime oturduğumda gördüm onu. hemen fark etmedim, önce botlarını, sonra kafasını, ve ardından bunların arasında olup biteni algıladım. asık suratlı, ne çirkin ne güzel bir kadındı. oturacak bir sürü boş yer olduğu halde ortadaki direğe tutunuyor, metro fren yaptıkça bir o yana, bir bu yana abartılı bir şekilde savruluyordu. galiba biraz sarhoştu. veya performans yapıyordu. üstünde pembe bir sütyen ve mini kot şorttan başka hiçbir şey yoktu. aralığın ortasıydı, ama o üşümüş görünmüyordu. savruldukça bazen sütyeni açılıyor, memeleri ortaya çıkıyordu. bazen kendiliğinden sütyenini kaldırıyor, kot şortunun fermuarını indiriyor, insanlara gösteriyordu. çok yaklaştığı, üzerine gittiği kişiler bazen hiçbir şey demeden kalkıp başka, daha uzak bir oturağa oturuyordu. yanımda oturan adam dergisini okumaya devam ediyordu. başka bir kadınla başka bir adam bunun tamamen dışında başka bir konuda bir şeyler konuşuyordu. kimse ne özellikle ona bakıyor, ne özellikle gözlerini kaçırıyordu.

bu böyle iki durak boyunca, ben gare du nord'da inene kadar devam etti. durağı gelen insanlar indiler. kimse ağzını açıp bir söz etmedi, söylenmedi, saçma sapan espriler yapmadı. sinirlenmiş, ajite olmuş görünmedi. kimse kadının üstüne bir şeyler örtmeye kalkışmadı. kimse imdat kolunu çekip güvenliği çağırmadı. hayat öylece devam etti.


Sunday, 15 September 2013

Beruf kelimesinin düşündürdükleri üzerine notlar

calling
something is calling you
etwas ruft Ihr.

was machst du von Beruf?

the answer is not necessarily your job. or necessarily not your job.

topluma/dünyaya verebileceğini ve vermen gerektiğini düşündüğün şey.
the "thesis statement" of your life.
Biri sana Beruf'unu sorduğunda mesleğini söyleyivererek, ya da öyle "işte mutlu olmak, güzel deneyimler yaşamak, sevişmek, 10000 kitap okumak, dünyayı gezmek" filan gibi dünyadan almak istediklerine dair tüketimci laflar ederek sıyrılamazsın. Benim Berufum merufum yok deyip oturamazsın, kafanı yer durur o soru.

Beruf as Narrative

Beruf'unu bulmak demek, Beruf'una dair bir anlatı oluşturmuş olmak demek. Anlatı olarak var olması Beruf'u daha az gerçek yapmaz. Varoluş özden önce gelir. Beruf özden bile sonra gelir. Ama gelir. Bekleyin.

Beruf is not necessarily a religious concept should never have been a religious concept. Şarlatanlıktan Beruf olmaz.

Gelip geçici performanslardan Beruf olur mu? Yoksa ortaya (nispeten) kalıcı bir iş mi çıkması gerekir?

Beruf'a yönelik eylemin sürekli tekrarlanması gerekir. Beruf durmadan beslenmelidir. Söylem de hep yeniden üretilmelidir. Taşı tepeye çıkarmakla iş bitmez.

Sanatçı, akademik ve/veya devrimci olduğunuzda Beruf söylemek kolaydır. Ama peynir gemisinin lafla yürümediği gibi dünya da tam olarak sanatçı, akademik ve devrimcilerle yürümemektedir (Elbette gemi yürütme sürecinde lafa sık sık ihtiyaç duyulduğu gibi bunlarsız bir dünya da olmaz.) Kendi halinizde bir personel müdürüyseniz ya da mesela hayatınız bir şeyler çevirerek geçiyorsa anlatınızı daha çok kıvırmanız gerekir. Benim Beruf'um iyi çevirilerimle bu şirketin üst düzey bir marka kimliği oluşturmasına yardımcı olmak, ürünlerini daha çok paraya daha çok kişiye satmasını ve dünyayı ele geçirmesini sağlamak filan derseniz pek kimse yemez. Daha kötüsü kendiniz de yemezsiniz. Siz en iyisi ne bileyim, kısa yoldan sınıf bilinci filan oluşturun da devrimci olun. Zira görünüşe göre hayatta çevirmen ya da personel müdürü olmak yetmemektedir. Üstünde olduğunuz peynir gemisinin yürüyüşüne dair kafa patlatmak, söz söylemek, bir şeyler yapmak lazımdır.

Beruf doğurulacak çocuk gibi.
Herkes en az üç Beruf edinmeli.

Saturday, 31 August 2013

Bir İstanbul Semtinin Tüketilme Denemesi

Şirinevler meydanında birçok şey vardır, örneğin: Cengiz Topel Camisi, Toyak İş Merkezi, kabaca yontulmuş bir Atatürk heykeli, Yapı Kredi, Burger King, Simit Sarayı, Hacı Sayid, seyyar satıcılar, akbil dolum bayileri ve başka birçok şey.

"Bunların tamamı olmasa da birçoğu daha önce betimlendi, liste halinde sıralandı, çoğunun fotoğrafı çekildi, çoğu anlatıldı ya da sayısal olarak kaydedildi. Benim aşağıdaki sayfalarda yapmak istediğim şey ise bu çalışmalarda yer almayan, o arkada kalmış gibi görünenleri betimlemek; genelde dikkatimizi çekmeyen, kendini fark ettirmeyen, önemsiz nitelenenleri listelemek; zaman, insanlar, arabalar ve bulutlar dışında hiçbir şeyin hareket etmediği anlarda yaşananları anlatmak."
(Bir Paris Semtinin Tüketilme Denemesi, Georges Perec, Çev. Ayşe Fitnat Ece, İstanbul: Sel Yayıncılık, 2011, sayfa 6)

Tarih: 31 Ağustos 2013, Cumartesi
Saat: 14:00
Yer: Hacı Sayid
Hava: Genellikle sıcak, esintili, parçalı bulutlu, değişken. Arada yağmur yağıyor.

Görüş alanımdakileri listeleme denemesi:

Binalar ve yapılar: Ataköy'ün renkli ve yüksek binaları, Ataköy Metro İstasyonu, üst geçit, sonradan iki yandan ek yapılarak genişletildiği belli olan merdivenler, yeşile boyalı ve yüksek Toyak İş Merkezi, FEM dershanesinin binası, karşıdaki sokağın iki yanında başka iş merkezleri ve binalar, otobüs duraklarına giderkenki dört ATM, meydanın karşı ucunda İstanbul Büyükşehir Belediyesi Danışma Noktası yazılı camlı bir kabin.

Bir şeyler satmaya çalışanlar: Merdivenin karşısına diyagonal bir şekilde dizilmiş üç simitçi, ortalarında bir mısırcı, merdivenin dibinde, sağda bir milli piyangocu, merdivenin sol tarafında seyyar eşofman altları satıcısı, iki akbil dolum bayisi, karşı sokakta askılarını dışarı taşımış giysi dükkanları.

Tekerli taşıma araçları: Arabalar, taksiler, otobüsler, metrobüs, çocuk bisikleti, yetişkin bisikleti, otomatik tekerlekli sandalye, bebek arabaları, türlü büyüklükte valizler, kağıt işçisinin tekerlekli çuvalı, seyyar simit ve mısır satıcılarının arabaları, kaldırım yapımıyla uğraşan iş makineleri.

Oklar nereleri gösteriyor: Minibüs durakları, Mareşal Fevzi Çakmak Caddesi, Metrobüse Gidiş, İstanbul Kart akbil dolum bayisi.

Canlılar: Çok sayıda insan. ATM'lerin ve park halindeki iş makinesinin tepesine konan güvercinler.

İşyeri tabelaları, renkli indirim afişleri, fiyat gösteren kağıtlar, bir eczane bayrağı, 30 Ağustos'tan kalma Türk bayrakları.

Bir tost, bir çay söylüyorum.

Merdivenler çok hareketli. Kabaca bir hesapla her an en az 50 kişi merdivenleri iniyor ya da çıkıyor. Meydandaki trafiğin çoğu ya oradan geliyor ya oraya gidiyor. 4-5 yaşındaki oğlunun elinden tutan spor giyimli bir baba ve yanında çiçekli başörtülü bir kadın merdivenlerden inip dolmuş duraklarına doğru gidiyor. Zebra desenli elbisesi, güneş gözlükleri, sarıya boyalı, fönlü saçları, topuklu ayakkabılarıyla merdivenlerden inen otuzlarında bir kadın, yanındaki yaşlıca, kilolu, kıvırcık sarı saçlı bir kadının koluna girmiş. Sırtında neredeyse kendinden büyük bir çanta taşıyan taytlı bir kadın yalnız başına merdivenleri çıkıyor. Elinde katlı gazetesiyle göbekli bir adam hızla merdivenlerden iniyor. Bir belediye görevlisi merdivenin önündeki çöpleri süpürüyor. Bastonlu, yaşlıca bir adam, başka yaşlıca bir adamın koluna girmiş, zorlanarak merdivenleri iniyor ve meydanı geçip arkadaki sokakta kayboluyor. Beyaz dantelli bir bluz giyen kızıl saçlı, zayıf bir kadın, 5-6 yaşlarındaki kızı ve ondan biraz daha büyük oğluyla merdivenleri iniyorlar. Kızın elinde küçük, renkli bir okul çantası var.

Yürüme biçimleri: İki yana yalpalayarak, zorlanarak, hızlı, çok zamanı varmış ve yetişmesi gereken bir yer yokmuş gibi yavaş yavaş, eteğini tutarak... Hamile bir kadın da göbeğini alttan destekleyerek yürüyor.

Yalnız yürüyenler, bir arkadaşıyla yürüyenler, aile halinde yürüyenler, bir ya da birden fazla çocukla yürüyen yetişkinler, genç sevgililer var.

Bir adam elinde korunaklı bir tepsiyle merdivenleri iniyor, oturduğum kafeye yakın olan simitçiye tepsiden bir çay veriyor ve tekrar köprüye gidiyor.

Simitçilerin ve mısırcının kırmızı beyaz çizgili brandaları olan seyyar arabaları var. Simitçilerden birinin arabasında "Odun Simiti" yazıyor. Mısırcının arabasında hem haşlanmış mısır, hem közlenmiş mısır var. Mısırcı arada bir bulaşık süngeriyle mısırları koyduğu yeri siliyor. Bu sırada iki çocuklu, kara çarşaflı bir kadın arabaya yaklaşıp mısır seçiyor. Bir mısırı ikiye böldürüp iki çocuğuna veriyor ve otobüs duraklarına doğru uzaklaşıyorlar.

Tostumu bitirdiğim halde çayım bir türlü gelmiyor.

Sürekli metalik bir cızırtı sesi var. Kaldırım işçileri çalışıyor. Arada toz kalkıyor. Küçük iş makineleri kalabalık meydanda gidip geliyor.

Yoldan bir 76D geçiyor. Bir metrobüs yolcu indiriyor.

Merdivenlerin hemen dibinde küçücük bir yer işgal eden Coca Cola şemsiyeli milli piyangocuya geldiğimden beri hiç bir müşterinin uğradığını görmedim. Masasının önünde sevgililer kucaklaşıyor ve ayrı yönlere doğru gidiyorlar.

Taksim'den Yenibosna'ya giden 73 geçiyor. Hemen arkasından Beyazıt'tan Güneşli'ye giden 97 geçiyor. Trafik Yenibosna yönünde daha yavaş ilerliyor. Bir kağıt işçisi sırtında arabasıyla meydanda bir yöne doğru gidiyor. Sonra vazgeçip geri dönüyor.

9-10 yaşlarında beş erkek çocuğu meydanı koşarak geçiyor. Merdivenlerde fosforlu turuncu spor ayakkabılı, kara yağız bir genç elindeki yarısı yenmiş dondurmayı yanındaki orta yaşlı, kilolu, siyah ağırlıklı giyinmiş, baş örtülü kadına veriyor. Meydanı geçerlerken kadın dondurmayı yiyor, genç adam elini kadının omzuna atıyor.

Sırt çantalı bir adam, mini şortlu, güneş gözlüklü, kızıla boyalı saçları bandanalı bir kadınla birlikte merdivenlerden iniyor. Onlardan biraz sonra şortları dizlerinin hemen üstünde biten genç bir çift el ele tutuşarak merdivenlerden iniyor. Erkeğin elinde plastik, siyah bir piknik sepeti var. Gözünü ovuşturuyor. Meydanda duruyorlar, kadın erkeğin gözüne bakıyor.

Başında uzun, beyaz, garip bir fes, ayağında parmak uçları yukarıya doğru kıvrık ayakkabılar olan bir adam merdivenden geçenlere bir kağıt dağıtıyor. Kimse uzattığı kağıtla pek ilgilenmiyor.

Bir adam ortadaki simitçiden simit alıyor. Parasının üstünü beklerken simidinden büyük bir ısırık koparıyor. Mavi LC Waikiki poşeti taşıyan bir adam merdivenleri iniyor. Kırmızı LC Waikiki poşeti taşıyan bir kadın merdivenleri iniyor.

Yalnız yürüyen genç erkeklerin birçoğunun kulağında kulaklık, gözünde güneş gözlüğü var. Yalnız yürüyen genç bir kadın elindeki sarı kılıflı telefonda bir şeyler yazıyor. Bir 97 geçiyor. Bir 79B geçiyor.

Engelli asansöründen iki bebek arabasıyla birlikte iki kadın, bir çocuk çıkıyor. Bozuk kaldırımda zorlukla ilerliyorlar. Ak saçlı, mavi tişörtlü adam meydanın ortasında durup bir şişe suyu kafasına dikiyor. Pos bıyıklı, bel çantalı, korunaklı tepsili çaycı yine metrobüs merdivenlerini iniyor. Bir dolmuş geçiyor. Bir 97 geçiyor. Bir adam otomatik tekerlekli sandalyesiyle meydanı geçiyor.

İnsanların elinde taşıdıkları: Su şişesi, cep telefonu, gazete, poşet, beyaz kağıtlar, plaket, mısır, simit, tepsi, top, cüzdan, şemsiye, valiz, bebek arabası.

Meydandaki direğin yanında duran beyaz tişörtlü genç adam sigara içiyor. Üstgeçidin trabzanına yaslanmış üç adam sohbet ederek sigara içiyor. Bir adam yanındaki adamın omzunu tutarak yürüyor. Merdivenlerin önünde durup bir şeyler konuşuyorlar. İnce, beyaz bir poşet havada uçuyor. 98H geçiyor. Hava bir açılıp bir kapanıyor.

Hareket halinde olmayanlar ne yapıyor? Birini bekliyor, telefonda konuşuyor, başka biriyle konuşuyor, sigara içiyor, cüzdanından bozuk para çıkarıyor, etrafa bakınıyor, yol soruyor, yol tarif ediyor, Simit Sarayı'nın brandası altında oturuyor.

Beyaz espadril, beyaz gömlek giyen, haki kumaş pantolonu bileklerinin hemen üstünde biten, saçları kuaförden yeni çıkmış gibi duran ufak tefek, genç bir kadın elinde fotoğraf makinesi çantasıyla merdivenlerin sol yanında, eşofman altı satan seyyar satıcının şemsiyesinin gölgesinde bekliyor. Kolunda bir de bej çanta var. Kiminle buluşacağını merak ederek yazıdan kafamı kaldırdığımda onu artık göremiyorum. Az sonra yerine kısa kollu, beyaz bir bluz ve kot giyen başka bir kadın geliyor ve beklemeye başlıyor. Cep telefonuna bakıyor. Elinde bir garanti çantası, bir NT poşeti var. Cep telefonuna bakıyor.

Elinde değneğiyle bir kör merdivenleri iniyor. Yağmur yağmaya başlıyor. Bazı insanlar adımlarını hızlandırıyor. Bazıları yavaş yürümeye ya da beklemeye devam ediyor. Bir adam elindeki gazeteyi başına tutuyor. İki kişi siyah bir ceketi paylaşıyor. Çok geçmeden yağmur duruyor. Kafasında sarık, sırtında cübbe, yirmi santim sakallı bir adam telefonda konuşarak kafenin önünden geçiyor. Bir polis memuru merdivenleri çıkıyor. Hırpani görünümlü, saçı sakalı birbirine karışmış bir adam sigara içerek, sendeleyerek yürüyor.

Sırt çantalı, kucağında küçük bir çocuk, yanında bebek arabası süren 12-13 yaşlarında bir kız çocuğu bulunan genç kadın önce bir simit alıyor, sonra kucağındaki çocuğu kızın tuttuğu bebek arabasına yerleştiriyor. Keten şortlu, küpeli, siyahi bir adam uzaktaki birine el kol işaretleriyle bir şeyler anlatmaya çalışarak hızla meydanı geçiyor.

Bir elinde su şişesi, bir elinde kırmızı kaplı kalınca bir kitap olan ekose gömlekli, kot pantolonlu, sandeletli bir adam yukarılara ve etrafına bakınarak, hiç acele etmeden, yavaş yavaş karşı sokaktan kafeye geliyor. Birazdan onunla bu sahneye karışacak, merdivenleri çıkacak, metrobüse bineceğiz.

Saturday, 24 August 2013

ruh hastası

Bir kadın tanırdım eskiden. Geceleri mis kokulu boğaz esintisinde yürürken sadece yatların ve yalıların fiyatından bahseder, hırsından çatlardı. Çok da yürümezdi zaten. Çabuk yorulur, hemen taksiye binmek isterdi. Gençliğini anlatırken George Hogg ve Air Jordan ayakkabılarından bahsetmeyi ihmal etmezdi. Serdar Ortaç hayranı halası Akmerkez'deki Network'ün o kadar hatırlı bir müşterisiydi ki bir keresinde mesai saatleri dışındayken sırf onun için mağazayı açmışlardı. Bazen halasına sinir olup suratına yumruğu geçirmek isterdi, ama vuramazdı, çünkü halasının burnu estetikliydi, bir kırılırsa yaptırmak bilmem kaç bin liraydı. Dayısı mafyaydı. Babaannesinin eskiden hamamları, altınları vardı. Bolluk içinde büyümüştü. Ona zamanında türlü imkanlar sağlamış varlıklı akrabalarının kıymetini bilir, kendisi de onlar gibi bir an önce yırtmanın yollarını arardı. Hatta Libya'ya gitme hayali kurmuştu bir süre; çabucak para kazanıp sınıf atlayabilmek için. Rüşvetle mülküne mülk katan gümrük memurlarından hayranlıkla söz ederdi. Özellikle çok zengin olduğu halde en ciks markaların çok pahalı ama üstünde kocaman marka yazmayan, normal görünen (ama pahalı!) ürünlerini kullanan cömert insanları çok takdir ederdi. Kendisi de cömert biri olmaya çalışırdı. Barbour montundan çıkardığı Marlborosunu çevresindekilere ikram ederken ne de mağrurdu(!) Fakir arkadaşlarım, küçük hesaplarım, ikinci el kıyafetlerim ve her şeyi ucuza denk getirmeye çalışmalarımla ben ona biraz çapulcu gibi gelirdim. Bana kızar, asla ortalama bir şeyle yetinme, derdi.

Otuzlarındaydı. Çok sık hasta olur, sürekli orasında burasında ağrılardan şikayet ederdi. Her şey için yuttuğu bir hapı vardı. Suda eriyen Aspirinler, soğuk algınlığı ilaçları, türlü ağrı kesiciler, kas gevşeticiler, bağışıklık sistemi güçlendiriciler gırla giderdi. Bunların yanında bir de ne zaman bir şeye konstantre olması gerekse damarlarından eksik etmediği Tebokan... Kişiliği gibi kiloları da oturmuştu. Daha gençken ne kadar zayıf olduğundan bahseder dururdu. Kortizonlar yüzündendi, ah o kortizonlar. 

Para kazanmak için adeta Kalvinist bir motivasyonla gece gündüz çalışabilirdi, ama emeğin maddi karşılık bulmadığı gündelik hayatta tembeldi. İhmalkardı. Sorunları görmezden gelirdi. Her şeyi son ana kadar ertelerdi. Sekiz on günde bir banyo yapar, altı ayda bir ayak tırnaklarını keserdi. El tırnaklarını yediği için kesmesine gerek kalmazdı. Başındaki bir avuç saç da yağdan kafasına yapışırdı. Odası kötü kokardı. Elektrikli süpürgeyi kullandığı, eline bir bez alıp toz aldığı görülmemişti. Hiç çamaşır yıkamazdı. Bulaşık yıkadığı çok nadirdi. Genellikle etrafında bu işleri onun için yapacak kadınlar olurdu. Onlara maddi avantajlar sağlardı kendince.

Liseyi bitirdiği yıl Beyazıt'ta bir sahafta çalıştığından kitaplarla çok içli dışlı olmuştu. Arada Derrida, Wittgenstein, Spinoza, Schopenhauer derdi. Varoluşçuluğu filan hafif bulurdu. "Şu bilim adamı haliyle" o bile yazabilirdi Sartre'ın yazdıklarını. Foucault'nun adını şöyle okurdu: Fukault. Bütün felsefe ve edebiyat külliyatını yuttuğu halde neyin ayrı, neyin bitişik yazılacağını bilmezdi. Müzik zevki 80'lerin 90'ların Türkçe pop müziğiyle, bir iki şarkılık Leonard Cohen'le ve birkaç çok bilinen yabancı parçayla sınırlıydı. Sık sık Ahmet Kaya moduna girerdi. Aşıkken Tori Amos'un Love Song'una eşlik ederdi. (Başka karizmatik insanlar okuduğu için) onun da okuduğu (ve içeriklerini unuttuğu halde isimlerini sayma hakkına sahip olduğu) kitaplar vardı, bunun gibi filmler, ve bir de tanıştığı ve etkilemek istediği herkese anlattığı, ne kadar travmatik bir geçmişi olduğunu kanıtlayan üç beş hikaye: Küçük yaşta annesini kaybetmişti, bir kazada ölüp yeniden dirilmişti, ve ağır bipolar olduğundan elektroşoka maruz kalmıştı. Dionysus’un da yaşadığı bu trajik deneyimleri birer şeref nişanesi gibi gururla taşır, zora düştüğünde joker olarak kullanmaktan geri durmazdı.

Dolaptan sadece en yakınındaki insanlara çıkmış bir eşcinseldi. Ailesinin, patronunun ya da okuldaki hocalarının bunu öğrenmesinden çok korkardı. Kimliğini hep meta ve markalar üzerinden oluşturduğundan pek solcu bir hali de yoktu. Dine dil uzatmazdı. Feminist feminist konuşmazdı. İnsanların çoğunun neden böyle bedbaht olduğunu düşünmezdi. Nereli olduğu sorulduğunda soran Kürtse "Diyarbakırlıyım", milliyetçi Türkse "Kütahyalıyım" derdi. Aktivizmi hormonlu gençlerin ilgilendiği, bir sonuca varmayan boş bir uğraş olarak görürdü. Eskiden çok solcu olup da sonradan bir yolunu bulup zengin olmuş ve aktivizmden elini eteğini çekmiş yayınevi sahiplerinden övgüyle söz ederdi. Dünyayı değiştirmeye gerek yoktu. O ne de olsa insanları yalan dolanla, boş vaatlerle istediği gibi yönetip günü kurtarabiliyordu. Yine de bir entellektüelin sol örgütlerin tarihine, hangi partinin nerden bölündüğüne hakim olması lazımdı. Bunları tam anlamadığı için bir ortamı gerektiğince domine edememiş olmalıydı ki o gün eve elinde Türkiye'de Sol Örgütler kitabıyla dönmüştü.

Kendisine sorsanız çok iyi bir fotoğrafçıydı. Eskiden savaş fotoğrafçısı olmak istediğini anlatırdı. En iyi fotoğraf ekipmanlarının adlarını tanırdı. Leica makine... Manfrotto tripod... Güncel fotoğrafçıları pek tanımasa da Capa, Arbus gibi fotoğrafçıları sık sık anardı. Birkaç sokak çalgıcısı çocuk, birkaç sıradan portre ve genel manzaranın haricinde bir şey çekmişliği, ortaya bir şey koymuşluğu yoktu. Beyaz ayarı bile yapamadığı için çektiği resimlerde çimenler yeşil çıkmazdı. Makineyi taşımaya da, fotoğrafa çıkmaya da üşenirdi zaten. Ama fotoğraf onun kimliğinin bir parçası olmalıydı. Bunun gibi bir keresinde sırf havalı göründüğü için Çin tabakları ve çubukları satın almış, sonra çubukları kullanmayı beceremeyip eriştesini sinirli sinirli çatalıyla yemişti. Sırf görüntüsü için denediği şeylerin haddi hesabı yoktu, ama bir şeyi de nasıl göründüğü konusunda kaygılanmadan, türlü rollere bürünmeden, gerçekten zevkle yaptığını hatırlamıyorum.

Çoğu zaman gergin, tatminsiz ve rahatsız bir hali vardı. Sadece egosunu şişirecek bir şey olduğu zaman keyiflenirdi. Her şeyi en iyi o bilir, her konuşmayı kendisine yontar, bir kere konuşmaya başladı mı bir saat insanların kafasını şişirirdi. Yalan söyleme kapasitesi sınırsızdı. Hiç gerekmediği zamanlarda bile ayak üstü kırk tane yalan söyler, etrafındaki insanları da bu oyuna katılmaya mecbur bırakırdı. Her şey onun kontrolü altında olmalıydı. Kendisi hakkında en ufak bir şey tam da onun kurguladığı gibi görünmezse çıldırırdı.

Şimdi yağmur perileri onu alıp büyütmüş müdür, Yeni Zelanda’nın yeşilinde şarabı bulmuş mudur, deliliği geçmiş ve günahları affedilmiş midir, Ariadne ile üç çocuk yapmış mıdır bilemem. 

Sunday, 14 July 2013

beklenmek ve karşılanmak üzerine

Deniz otobüsünden Yenikapı'ya her indiğimde o garip duygu vuruyor beni. Beni bekleyen birini bulmanın beklentisi değil de hatırası olabilir ancak. Kimsenin beni karşılamaya filan gelmediğini bal gibi biliyorum. Kimsenin gelmesi lazım da değil; kolumda hafif bir çanta, tıngır mıngır eve gideceğim altı üstü. Yine de gözlerim aranıyor. Tanımadığım adamların, kadınların arasında tanıdık birini görecek gibi oluyorum, beni bekleyen birini. Görmedikçe daha da derinleşiyor yalnızlığım, burnumun direği sızlıyor. Her seferinde onu hatırlıyorum. Hep buraya beni karşılamaya gelirdi. Bir gün o da gelmez oldu, dünya hiç düzelmemecesine bozuldu birazcık ondan sonra. Üstünden kaç tane ne geçti, tam sayamıyorum. Birazı irrasyonel, birazı karmaşıktı. Birazı elma, çoğu da armut. Belki o yüzden beklemediler beni hiç.

Birinin beni karşılamaya gelmesinin, ya da bir zamanlar gelmiş olmasının kıymetini biliyorum.

Tuesday, 5 March 2013

daha absürd, hayır en absürd

Bu Sisifos başka Sisifos. Uğraşıp tepeye çıkardığı taş hiç geri yuvarlanmamış. İş bitmiş, tepe dolmuş. Sisifos biraz beklemiş başında, canı sıkılmış. Kendisi mi aşağı yuvarlasaymış taşı? Miskin miskin dibine kıvrılıp uyumuş.

Sonra başka Sisifosgillerle daha ağır taşlara el atmış, azıcık çıkarmışlar taşı, tam bizimki heyecanlanır gibiyken öbürlerinin hevesi kaçmış, O taşı bırakıp başka taşlara gitmişler. Taş da orada öylece kalmış.




Thursday, 5 July 2012

fort/da

fort

batan gemilerimde
batırdığım gemilerde
hani şu, dümen elimdeyken,
şuurum yerindeyken,
seni kaybetmek için
diplere sürdüğüm
kocaman gemilerde

şimdi küçük küçük küçük
canlılar yaşıyor.

yıkık güvertedeki
çirkin plankton yavrusu
yıldız ışığında
suyun müziğinde
sarhoşça salınıyor.

bense karadayım
karalar bağlıyorum
sen yoksun diye.

da

derken sen yüzeye çıkıyorsun
çok kısa bir süre, görüyorum
hayattasın
yorgunsun

saudade
retrouvailles
razbliuto

angst

zaman geçtikçe, hatırladıkça ve düşündükçe
kötü anılar çok daha berbat hale geliyor
iyi anılar git gide daha iyi hale geliyor
hisler, deneyimler, kanılar, yargılar
büyüyor büyüyor büyüyorlar
beni rahat bırakmıyorlar
hakim olamıyorum
durduramıyorum
patlayacaklar
yutacaklar
beni
ah

Saturday, 23 June 2012

cumartesi

eminönünde kardeşlerimi bekliyorum. sırf zaman geçirmek için yaşlı bir adamla konuştum, balık ekmek yedim, bir sürü su içtim. turşu suyu bile... lahanalarından birazını yedim, salatalıkları bıraktım, çok yumuşaklardı. limonatalarda gözüm kaldı. biraz ayakta durdum, sonra tahta kanepelerde yer buldum. çok uzun süredir bekliyorum. yolda çişimin gelmesinden ve çocuklar geldiğinde bir türlü modumu bulamayıp sıkıcı bi abla olmaktan korkarak bekliyorum. hangisi daha kötü diye düşünüyorum, bilemiyorum. birkaç gün önce çok neşeli ve yaratıcı biriydim. ağzımdan çıkan her söz güldürüklüydü. birlikte çok eğlenilebilecek biriydim. ama kardeşlerimi beklediğim bu gün, kendimi miflon terlik gibi hissediyorum. daha erken saatlerde pek tanımadığım biriyle oturdum bir bahçede. müzik konuştuk. daha doğrusu o, sevdiğimi söylediğim grubun bütün albümlerini ve şarkılarını saydı makine gibi. yıllarını bile söyledi. biranın tadı güzel geldi ama muhabbette iş yoktu. ses vardı, görüntü yoktu. su vardı, ekmek yoktu. oradan kaçtım, dans atölyesine gittim. herkes parendeler atarak uçuyordu. biraz ben de uçmayı denedim. biralar karnımda çalkalandı. ayağımın baş parmağı ağrıdı ve hareketleri aklımda tutamadım. dersin çoğunu kenardan izledim. çıkınca da yorgunum demedim, bütün yolu yürüdüm. güneşin altında köprüyü, havada boğulan balıkları geçip buraya geldim. keşke bir yerde durup tuvalete girseydim. kesin otobüste çişim gelecek.

Friday, 15 June 2012

Scarlatti Tilt 2 - cohabitation difficile

"It's very hard to live in an empty apartment in Şirinevler with two cats of which one is deaf and on heat." That's what she thought to herself as she jumped off the balcony.

Sunday, 27 May 2012

Kadının Sol Kolu


Sabah gözlerini açtığında gördüğü ilk şey bir el lekesi oldu. İkinci elciden dün aldığı gardırobun sol kapağında bir sol el lekesi. Dolabı getiren hamalların elidir, diye düşündü. Ya da belki ikinci elcinin. Daha önce dolabı incelemiş, kapaklarının kapanırken birbirine sürttüğünü görünce almaktan vazgeçmiş başka müşterilerin de olabilirdi. Dolabın önceki sahibinin de… İyi silememişim demek ki, dedi kendi kendine.

Bu lekeyi bırakan elin kendi eli olmadığına o kadar da emindi işte. Çünkü o, daha birkaç hafta önce sol kolunu tümden aldırmıştı. Yok, öyle habis bir hastalıktan filan değil; kendi isteğiyle aldırmıştı. Ona sorsanız, çok da iyi yapmıştı. Önceleri yüzü hep ölüme dönüktü. Gereksiz bulurdu yaşamayı. Ona göre yaşayan bunca canlı, ağaçlar, hayvanlar hep dünya denen koca toparlak taşı sarmış fena yaratıklar gibiydi. Hani nasıl dışarıda bıraktığınız yiyeceği bir hafta sonra allı yeşilli küfler, böcekler, sinekler içinde bulursunuz, dünya da öyleydi. Sadece onun çok daha uzun bırakılmışı. Bu çirkin, lüzumsuz oluşumun bir parçası olmak istemiyordu.

Eh, demişti. Madem bu kadar ölmek istiyorum, işe sol kolumdan başlayabilirim. Gitti doktorlara, nah bu benim sol kolum bana fazla, kesin gitsin, dedi. Onları ikna edebilmek için sağdan soldan duyduğu, daha önce başarılı olmuş taktikleri de uyguladı. Doğduğumdan beri yanlış bedende yaşıyorum, kendimi hiç bu sol kola ait hissetmedim. Sol kolum beni ben olmaktan alıkoyuyor. Zaten çoğu zaman sanki sol kolum yokmuş gibi yaşıyorum, onu hiç kullanmıyorum. Aynada sol kolumu gördüğümde kendimden tiksiniyorum, dedi.

Doktorlar şaşkındı, ama birinin sapasağlam, sorunsuz işleyebilen bir uzvundan kurtulmak istemesi ilk defa olmuyordu. İnsanların bazen başkalarının gözünde kabul görmek, bazen kendi kendilerini kabullenebilmek için bedenlerine yaptıklarının sonu yoktu. Kendine çirkin gelen benleri aldırmak, burun kemiklerini törpületmek, göğüslerini küçülttürmek yasalara göre mümkündü. Biri takılan protez bir uzuvdan vazgeçebilirdi, onu ne kadar uzun süre kullanmış olsa da, o protez ne kadar onun hayatının bir parçası haline gelmiş olsa da bir gün gelip ben bu protezi artık istemiyorum diyebilirdi. İnsan saçını sıfıra vurabilirdi. Doğuştan fazla olan bir parmağını aldırabilirdi. Penisini kestirip vajina yaptırabilirdi. Belini inceltmek için kaburga kemiğini aldıran bile vardı. Yediği içtiği ayrı gitmeyen, nefesi aynı kokan sevgililer, eşler birbirinden ayrılırdı. İnsan bu ya, parasız kalınca böbreğini satardı. Rahminde büyümekte olan bebekten vazgeçebilirdi. Türlü ilaçlar alıp hormonlarını değiştirebilirdi. Gerçekten ölmek isteyen insanın ölmesine de mani olunamazdı. Öyleyse bu sol kolundan kurtulmak isteyen kadına neden itiraz etsinlerdi. 

Kadın, bu kararı verirken aklının başında olduğunu gösteren birtakım belgeleri teslim etti ve çok geçmeden ameliyata alındı. Anesteziden uyandığında farklı biriydi. Zafer ve başarı duygusuyla doluydu. İstediği olmuştu işte. Artık, bedeninin bu haliyle alışması gereken koca bir hayat vardı önünde. Klavyeyi beş parmak kullanacaktı, temizliğini tek elle yapacaktı, ekmeğini tek eliyle bölecekti. Başka insanlar onu tek kollu haliyle yeniden tanıyacaktı. Herkese kolunu kestirişinin hikayesini anlatacaktı. Kolunun olması ya da olmaması değil, böyle bir işe kalkışmış olması olacaktı onun kim olduğunu söyleyen. Ne kolunu bir kazada veyahut bir hastalıkla kaybetmiş olanlar anlayacaktı onu, ne iki koluyla mutlu mesut gezenler. Sol kolunun göründüğü fotoğraflara bakacaktı. Rüyalarında sol kolu yerinde olacaktı. Uyanıkken de bazen o varmış gibi hissedecekti. Var ile yoku dibine kadar deneyimleyecekti. O hissiz halinden eser kalmamıştı. Sol kolunu özlemek bile ne güçlü bir histi. Beşinci katta oturuyordu, şehirde onca kule vardı, marketlerde onca delici, kesici alet üç otuz paraya satılıyordu, eczaneler tepeleme zehir doluydu. Bu sefer o yaşamak istiyordu ama. Güneşte uzanmak, bir sürü kitap okumak, tek eliyle o beşinci kata kedi kumu taşımak istiyordu. Konuşmak istiyordu, dinlemek istiyordu. Biraz azalmak onu çoğaltmıştı. Ne diye azalmadan bir türlü çoğalamadığını düşünüyor, biraz üzülüyor biraz seviniyordu. İşte kadın sol kolunu böyle kestirmişti. Ona sorsanız, çok da iyi yapmıştı. 

Tuesday, 22 May 2012

morning sickness

I keep having these strange dreams
in which I become restored
to some state of love
and submission
oh damn it!
I soon wake up
to my empty room
not knowing what to feel
I sit and wait till the vibes cease

Friday, 18 May 2012

Mayıs

"Bu mayıstan başka her şeye benzeyen soğuk bin dokuz yüz kırk altı mayısına kızıyorum."

(Sait Faik)