Saturday 24 August 2013

ruh hastası

Bir kadın tanırdım eskiden. Geceleri mis kokulu boğaz esintisinde yürürken sadece yatların ve yalıların fiyatından bahseder, hırsından çatlardı. Çok da yürümezdi zaten. Çabuk yorulur, hemen taksiye binmek isterdi. Gençliğini anlatırken George Hogg ve Air Jordan ayakkabılarından bahsetmeyi ihmal etmezdi. Serdar Ortaç hayranı halası Akmerkez'deki Network'ün o kadar hatırlı bir müşterisiydi ki bir keresinde mesai saatleri dışındayken sırf onun için mağazayı açmışlardı. Bazen halasına sinir olup suratına yumruğu geçirmek isterdi, ama vuramazdı, çünkü halasının burnu estetikliydi, bir kırılırsa yaptırmak bilmem kaç bin liraydı. Dayısı mafyaydı. Babaannesinin eskiden hamamları, altınları vardı. Bolluk içinde büyümüştü. Ona zamanında türlü imkanlar sağlamış varlıklı akrabalarının kıymetini bilir, kendisi de onlar gibi bir an önce yırtmanın yollarını arardı. Hatta Libya'ya gitme hayali kurmuştu bir süre; çabucak para kazanıp sınıf atlayabilmek için. Rüşvetle mülküne mülk katan gümrük memurlarından hayranlıkla söz ederdi. Özellikle çok zengin olduğu halde en ciks markaların çok pahalı ama üstünde kocaman marka yazmayan, normal görünen (ama pahalı!) ürünlerini kullanan cömert insanları çok takdir ederdi. Kendisi de cömert biri olmaya çalışırdı. Barbour montundan çıkardığı Marlborosunu çevresindekilere ikram ederken ne de mağrurdu(!) Fakir arkadaşlarım, küçük hesaplarım, ikinci el kıyafetlerim ve her şeyi ucuza denk getirmeye çalışmalarımla ben ona biraz çapulcu gibi gelirdim. Bana kızar, asla ortalama bir şeyle yetinme, derdi.

Otuzlarındaydı. Çok sık hasta olur, sürekli orasında burasında ağrılardan şikayet ederdi. Her şey için yuttuğu bir hapı vardı. Suda eriyen Aspirinler, soğuk algınlığı ilaçları, türlü ağrı kesiciler, kas gevşeticiler, bağışıklık sistemi güçlendiriciler gırla giderdi. Bunların yanında bir de ne zaman bir şeye konstantre olması gerekse damarlarından eksik etmediği Tebokan... Kişiliği gibi kiloları da oturmuştu. Daha gençken ne kadar zayıf olduğundan bahseder dururdu. Kortizonlar yüzündendi, ah o kortizonlar. 

Para kazanmak için adeta Kalvinist bir motivasyonla gece gündüz çalışabilirdi, ama emeğin maddi karşılık bulmadığı gündelik hayatta tembeldi. İhmalkardı. Sorunları görmezden gelirdi. Her şeyi son ana kadar ertelerdi. Sekiz on günde bir banyo yapar, altı ayda bir ayak tırnaklarını keserdi. El tırnaklarını yediği için kesmesine gerek kalmazdı. Başındaki bir avuç saç da yağdan kafasına yapışırdı. Odası kötü kokardı. Elektrikli süpürgeyi kullandığı, eline bir bez alıp toz aldığı görülmemişti. Hiç çamaşır yıkamazdı. Bulaşık yıkadığı çok nadirdi. Genellikle etrafında bu işleri onun için yapacak kadınlar olurdu. Onlara maddi avantajlar sağlardı kendince.

Liseyi bitirdiği yıl Beyazıt'ta bir sahafta çalıştığından kitaplarla çok içli dışlı olmuştu. Arada Derrida, Wittgenstein, Spinoza, Schopenhauer derdi. Varoluşçuluğu filan hafif bulurdu. "Şu bilim adamı haliyle" o bile yazabilirdi Sartre'ın yazdıklarını. Foucault'nun adını şöyle okurdu: Fukault. Bütün felsefe ve edebiyat külliyatını yuttuğu halde neyin ayrı, neyin bitişik yazılacağını bilmezdi. Müzik zevki 80'lerin 90'ların Türkçe pop müziğiyle, bir iki şarkılık Leonard Cohen'le ve birkaç çok bilinen yabancı parçayla sınırlıydı. Sık sık Ahmet Kaya moduna girerdi. Aşıkken Tori Amos'un Love Song'una eşlik ederdi. (Başka karizmatik insanlar okuduğu için) onun da okuduğu (ve içeriklerini unuttuğu halde isimlerini sayma hakkına sahip olduğu) kitaplar vardı, bunun gibi filmler, ve bir de tanıştığı ve etkilemek istediği herkese anlattığı, ne kadar travmatik bir geçmişi olduğunu kanıtlayan üç beş hikaye: Küçük yaşta annesini kaybetmişti, bir kazada ölüp yeniden dirilmişti, ve ağır bipolar olduğundan elektroşoka maruz kalmıştı. Dionysus’un da yaşadığı bu trajik deneyimleri birer şeref nişanesi gibi gururla taşır, zora düştüğünde joker olarak kullanmaktan geri durmazdı.

Dolaptan sadece en yakınındaki insanlara çıkmış bir eşcinseldi. Ailesinin, patronunun ya da okuldaki hocalarının bunu öğrenmesinden çok korkardı. Kimliğini hep meta ve markalar üzerinden oluşturduğundan pek solcu bir hali de yoktu. Dine dil uzatmazdı. Feminist feminist konuşmazdı. İnsanların çoğunun neden böyle bedbaht olduğunu düşünmezdi. Nereli olduğu sorulduğunda soran Kürtse "Diyarbakırlıyım", milliyetçi Türkse "Kütahyalıyım" derdi. Aktivizmi hormonlu gençlerin ilgilendiği, bir sonuca varmayan boş bir uğraş olarak görürdü. Eskiden çok solcu olup da sonradan bir yolunu bulup zengin olmuş ve aktivizmden elini eteğini çekmiş yayınevi sahiplerinden övgüyle söz ederdi. Dünyayı değiştirmeye gerek yoktu. O ne de olsa insanları yalan dolanla, boş vaatlerle istediği gibi yönetip günü kurtarabiliyordu. Yine de bir entellektüelin sol örgütlerin tarihine, hangi partinin nerden bölündüğüne hakim olması lazımdı. Bunları tam anlamadığı için bir ortamı gerektiğince domine edememiş olmalıydı ki o gün eve elinde Türkiye'de Sol Örgütler kitabıyla dönmüştü.

Kendisine sorsanız çok iyi bir fotoğrafçıydı. Eskiden savaş fotoğrafçısı olmak istediğini anlatırdı. En iyi fotoğraf ekipmanlarının adlarını tanırdı. Leica makine... Manfrotto tripod... Güncel fotoğrafçıları pek tanımasa da Capa, Arbus gibi fotoğrafçıları sık sık anardı. Birkaç sokak çalgıcısı çocuk, birkaç sıradan portre ve genel manzaranın haricinde bir şey çekmişliği, ortaya bir şey koymuşluğu yoktu. Beyaz ayarı bile yapamadığı için çektiği resimlerde çimenler yeşil çıkmazdı. Makineyi taşımaya da, fotoğrafa çıkmaya da üşenirdi zaten. Ama fotoğraf onun kimliğinin bir parçası olmalıydı. Bunun gibi bir keresinde sırf havalı göründüğü için Çin tabakları ve çubukları satın almış, sonra çubukları kullanmayı beceremeyip eriştesini sinirli sinirli çatalıyla yemişti. Sırf görüntüsü için denediği şeylerin haddi hesabı yoktu, ama bir şeyi de nasıl göründüğü konusunda kaygılanmadan, türlü rollere bürünmeden, gerçekten zevkle yaptığını hatırlamıyorum.

Çoğu zaman gergin, tatminsiz ve rahatsız bir hali vardı. Sadece egosunu şişirecek bir şey olduğu zaman keyiflenirdi. Her şeyi en iyi o bilir, her konuşmayı kendisine yontar, bir kere konuşmaya başladı mı bir saat insanların kafasını şişirirdi. Yalan söyleme kapasitesi sınırsızdı. Hiç gerekmediği zamanlarda bile ayak üstü kırk tane yalan söyler, etrafındaki insanları da bu oyuna katılmaya mecbur bırakırdı. Her şey onun kontrolü altında olmalıydı. Kendisi hakkında en ufak bir şey tam da onun kurguladığı gibi görünmezse çıldırırdı.

Şimdi yağmur perileri onu alıp büyütmüş müdür, Yeni Zelanda’nın yeşilinde şarabı bulmuş mudur, deliliği geçmiş ve günahları affedilmiş midir, Ariadne ile üç çocuk yapmış mıdır bilemem. 

1 comment: