Monday, 31 March 2008

bazen bizim ya da başkalarının başına kötü kötü şeyler gelir. bunu önlemek için kendimizce bi şeyler yapmaya çalışırız, ama önleyemeyiz işte. eski bi yahudi geleneği varmış. başına kötü şeyler gelip duran, ya da başına kötü şeyler geleceğinden korkulan insanların ismi değiştirilirmiş. böylece şeytanı/kötü ruhları kandırdıklarına inanırlarmış. hatta bazen şanssız olduklarını düşünen aileler çocuklarını şanslı olduklarını düşündükleri ailelere verirmiş, bazen yaşadıkları yeri değiştirirlermiş.. bazen cinsiyetlerini değiştirirlermiş... n'olurmuş peki? süper mi olurmuş ondan sonra o insanların hayatları? ya tam başına süper bi şey gelecekken değiştirdilerse ve iyi ruhlar da o kişiyi bulamazsa? hııı?

Thursday, 27 March 2008

bekleyici geldi hanııımm...

sevgili godot,

sayende beklemek konusunda öyle kalifiye bir eleman oldum ki dünyadaki bütün beklemeli işleri bana veriyorlar. üstelik en zor türden bekleyişler bunlar. asla bekleyişin nesnesiyle iletişim kurulamaz, beklenen ne zaman gelecek asla bilinmez.. gelmeme ihtimali vardır ama asla bu ihtimal üzerinde durulmaz ya da bu ihtimale göre hareket edilemez. bekleme muhiti terk edilemez. hatta bazen beklenenin neye benzediği bile bilinmez. sadece beklenir.

sanırım okuldan sonra tam zamanlı bekleyici olarak atılacağım hayata. belki de tecrübelerimi akademik ortamda da değerlendirmeliyim. beklebilim diye bir bölüm açılsa mesela, ya da bekleme mühendisliği... hiç beklemek üzerine bir teori var mı ki? ya da ciddi ciddi sadece beklemeyi anlatan bir kitap?

bugün de sabahın köründe kalkıp beklemeye gittim. hayat ne garip sırf beklemek için erken kalkıp saatlerce yol almak falan... yaacov'u, lior'u ve lynn'i bekledim. tel aviv'den geliyorlardı. ilk yirmi dakika kolay geçti. sadece biraz üşüdüm. yirmi beşinci dakikada kendi kendime, bak boşuna telaş yapmışsın işte, hiç de geç kalmamışsın, geç kalsan da bir şey olmayacakmış, dedim. yarım saatin sonunda bir sıcak çikolata içmek istedim ve sıcak çikolata almakla geçirdiğim süre boyunca dönüp dönüp havaş otobüsü geliyor mu diye bakmaktan boynum uzadı. bir saatin sonunda sıcak çikolatanın tadı ağzımdan silinmeye başladı, biraz da ayakta durmaktan bacaklarım yorulmuştu. ama artık güneş biraz yükseldiğinden pek üşümüyordum. bir buçuk saatin sonunda sağa sola mesaj atarak bir sürü kontör harcamıştım, mp3çalarımdaki müzüklerden bıkmıştım ve daha bunun ne kadar süreceğini merak ediyordum. bir beş dakika daha.. başlarına bir şey mi geldi? on dakika... düşünmekten beynim yoruldu. iki saatin sonunda kafamdan bir tahta daha eksilmişti. dansı ve galataperform'u o anda toptan bırakmayı ve hayatımda yeni bir sayfa(!) açmayı ciddi olarak ilk kez o saatlerin sonunda düşündüm. tam ağlamaya başlamıştım ki telefon çaldı. gelmişlerdi. koştum.

onlar geldikten sonra her şey öyle güzel oldu ki... bi taksiye atlayıp galata'ya gittik. çok pozitif insanlardı. simit, karper peynir, piç domates falan aldım onlara. yaacov bana kibbutz'lardan bahsetti. lior kumaşlarla, giysilerle ilgili bişiler yapıyormuş, giysilerime hayran kaldı, ceketimi eline alıp dakikalarca inceledi, diğerlerine de gösterdi. içeride de carol'un provası vardı. onlara çay da doldurdum. çok mutlu oldular. bütün iyi duyguları abarttılar. bol kahkaha terapisi, her şey yolundaymış yanılsaması... cumartesi benim de mini bir performansım olacak..

sen de gelsen, her şey çok güzel olacak godot,
bekliyorum.

Wednesday, 26 March 2008

Monday, 24 March 2008

gökyüzü dolunayı ısırmış köşesinden.
ayla birlikte ben de küçülmüşüm, azalmışım.
azken daha iyiyim.
özlemlerim sakin.

yine de kocaman, sulu, tatlı bir şeftali... dalından yeni koparılmış, tulumbanın soğuk suyunda yıkanmış... ve taze talaş kokusu... dedem testereyle ağaç keser.

Sunday, 23 March 2008

drawing breath

ahşap kapıdan girip loş odanın ortasına kadar gittim. adam masada oturuyordu. kocaman bir adamdı. başını öne eğmişti. odada ikimizden başka kimse yoktu.

adam başını kaldırdı. göz göze geldik. yavaşça sandalyesinden kalktı, yanıma yürüdü. oda sessizdi. boş duvarlarda ayak seslerinin yankıları... dibime sokuldu. nefesini yüzümde duyabiliyordum. ancak göğsüne geliyordum. hâlâ göz temasını koruyorduk. gözleri renkliydi. ellerini göğüs hizasına kadar kaldırdı. elleri isli, karalıydı. beyaz gömleği de öyleydi. yavaş yavaş düğmelerini açmaya başladı. bunun nereye varacağını bilmiyordum. üç saniye sonra ne yapacağını bilmiyordum. gerildim. artık gözlerine bakmıyordum.

göğsü de isliydi, azıcık kıllı.. biraz bekledi, sağ elime uzandı. elimi ne yapacaktı?

elimi tutup kalbinin üstüne koydu. tıp.. tıp.. tıp.. sakin, masum kalp atışları. iki elini elimin üstüne kapattı, birlikte nefes aldık. elleri sıcacıktı. elimi bırakıp masaya yöneldi. başıyla gel işareti yaptı. döşemede takır tukur ayak sesleriyle masaya yürüdük. masanın üstü de isliydi. on-on beş beyaz kese kağıdı yığılıydı bir yanda. bir yanda da füzen boyaları vardı. önüne bir kese kâğıdı alıp usul usul iki yanını da karaya boyadı. sessizce izledim. kese kâğıdını ağzına götürüp şişirdi. birlikte duvarın yanına gittik. duvarda boy aynası gibi bir beyaz kağıt asılıydı. güm! kese kâğıdını o beyazlığa vurarak patlattı. nefes havaya karıştı. beyazın üstünde dağınık, gri bir iz kaldı. patlak kese kâğıdını diğerlerinin yanına, yere koydu. sonra dönüp gitti. ben yalnız kaldım.

Saturday, 22 March 2008

oysa ben isterdim ki

ojelerim kuruyana kadar hareket etmeyebileyim
bir karıncanın yuvasına yiyecek taşıyışını izleyebileyim
güneşte oturup renkli kumaşlardan güzel şeyler dikebileyim
bir boklu derenin içindeki yeşil kurbağaları görmeye çalışabileyim
yazmak zorunda olduğum bir şeyler olmadığı halde durmadan yazabileyim
okumak zorunda olduğum bir şeyler olmadığı halde sayfalarca okuyabileyim
gitmek zorunda olduğum bir yer olmadığı halde kilometrelerce yürüyebileyim


anneannemin kadirlideki evinin damındaki takaya sırtüstü uzanıp bir yıldızın kaymasını bekleyeyim.

nasıl mutluyum

söyleyecek bir şeylerim varmış, susmuşum gibi
çok sevdiğim birini arayasım gelmiş, aramamışım gibi
çok güzel bir poz yakalamış, deklanşöre basmamışım gibi
gitmek istemiş, kalmışım gibi
içmişim, sarhoş olamamışım gibi
durmadan yemişim, doyamamışım gibi
çalışmadığım için başarısız olmuşum gibi
rüyamda çok güzel bir ezgi duymuşum gibi
ucuza aldığım ayakkabı ayağımı vurmuş gibi
elimden düşürdüğüm bardak hemen kırılmış gibi
yemeğe tuz katmayı unuttuğumu herkes anlamış gibi
bir varmış, bir yokmuş gibi

birazdan, ışıkları kapatmadan, yatağımın üstündeki kağıtları, kitapları, çizgifilm karakterlerini toplamadan ve üstümü çıkarmadan bir köşeye kıvrılıp uyuyacakmışım gibi...

bekliyorum godot,
bile bile

Monday, 17 March 2008

ben koftiden de olsa dans etmeyi, her yanında kas ağrılarıyla gezmeyi seçmeden uzun zaman önceydi... bu gezegende bir öğrencinin başına gelebilecek en korkunç beden hocası da benim başıma gelmişti. gerçi ben de bir beden hocasının başına gelebilecek en korkunç öğrenciydim sanırım. baskette yapabildiğim en iyi şey dışarıya kaçan topları oyuna sokmaktı. veleybolda güzel servis kullanıyordum ama boyum uzun olmadığı için bana ancak arkalarda aşağı gelen topları yükseltme işi kalıyordu. bunu da ben pek sevmiyordum. bedeni beş düşürebilmek için okulun folklör takımına girme girişiminde bulunmuştum, ama orada da takımın çürük yumurtası olmayı başardığım için bedeni ancak üç düşürebilmiştim. evet, tam bir fenomendim. eminim benden önce kimsenin yapamadığı bir şeydi bu. folklörde olan herkesin beden eğitimi beş düşerdi ve salim hoca halk oyunlarına folklör denmesine çok kızardı. ayoğlanı ve bermende zeybeğini iyi oynuyordum ama emmilerin başını iyi yapamadığım için aylarca yedekte bekletildim. bi gün, eski folklörcülerden gizli gizli aldığım özel derslerin sonucunda, birden emmilerin olayını kaptım ve dans kariyerimde aydınlık bir yol açılacak artık sandım. bu kez de ailem turnuvalara göndermedi. hep amatör kaldım. hep yedek kaldım.
neyse.. böyle acı dolu bir dans hayatım var işte... o zamanlar bilemezdim.. yıllar sonra şansımı bandoda deneyecek, yağmur altında mavi beyaz kıyafetler içinde bir nevî "gümbür gümbür" klibi çekecek, çok sonraları da çağdaş dansa yuvarlanacaktım...

ekonomiye yine girmedik. beşiktaş'a gittik. bir yerden ucuza siyah tüller buldum, onları aldım getirdim, yatağıma taktım. içeriden de sarı ışığımı yakınca güzel bir atmosfer oluşacak gece. belki yatağımın üstünü iyice toplar ders bile çalışırım.

yazacam daha. şimdi ptt'ye ve etimolojiye gideyim.

Sunday, 16 March 2008

john zerzan

yarın okula john zerzan geliyor. derse mi gitsek, ona mı gitsek?

Silence used to be, to varying degrees, a means of isolation. Now it is the absence of silence that works to render today's world empty and isolating. Its reserves have been invaded and depleted. The Machine marches globally forward and silence is the dwindling place where noise has not yet penetrated. (Zerzan 2007)

good nite
so long and thanks for all the fish

Saturday, 15 March 2008

bir ambülansın acı alarmını duyuyorum şimdi
bir sürü yerde bir sürü insanın başına bir sürü şey geliyor.

Message Through ÖBİS System.
Sent on 15/03/2008 14:08:07
Name: Çeviribilim Bölümü
E-Mail: transintbu@yahoo.com
Subject: Aci Kaybimiz_Maalesef Jean Efe''yi kaybettik
Message: Sevgili ogrencilerimiz, Bugun, maalesef, sevgili arkadasimiz, degerli hocamiz Jean Efe''nin vefat ettigini buyuk bir uzuntuyle ogrendik. Esinden, Jean''in Amerika''da topraga verilecegi bilgisini aldik. Jean icin bu hafta Bolumde, gununu ve saatini hafta basinda duyuracagimiz bir toplanti yapacagiz. Hepimizin basi sag olsun. Sevgilerimle, Isin Bengi

uzun zamandır böyle kızıl bir günbatımı görmemiştim. akşehir'deyken, günbatımlarında ailecek yürüyüşe çıkardık, batıya doğru... o zaman gölün üstünde böyle kızıllıklar oluşurdu. dandik makinemle çekmeye çalışırdım; bir türlü gördüğüm ve hissettiğim güzellikte olmazdı resimler. bazen de hiç resim çekmeye falan çalışmazdım. dolu dolu yaşamaya, kızıllığı gözlerimden içime çekmeye çalışırdım. bunun daha sonra özleyebileceğim güzel bir an olduğunu bilirdim. bir de karanlık, tozlu yol vardı, eve dönüşlerde geçtiğimiz. yıldızlar ne parlak görünürlerdi. o zamanlar orion'u seçemezdim ben, babam gösterirdi ama hiç aklımda tutamazdım. çekirdek, antep fıstığı, kahramanmaraş dondurması yerdik. kahkaha atmak için bir sürü sebebimiz olurdu. hayaller kurardık. hayat bana hep iyi davranacak, ben de onu hep seveceğim sanırdım. bazen babam kolunu annemin omzuna atardı, mutlu olurdum.

şimdi sevdiğim, belki biraz yaşadığım, belki özlediğim, belki sadece istediğim şeylerden hayaller yapmaya devam edeceğim. geçecek. bu lüzumsuz buhran da geçip gidecek. hatta o kadar geçecek ki, buhranlar yaşayanlara falan bakıp güleceğim, neden kendilerini böyle hissettirdiklerine hiç anlam veremeyeceğim - tıpkı geçen yıl insanların evini, ailesini özlemesine anlam veremediğim gibi.

doluca kırmızı sek şarap ve damak çikolata.. elimizde bunlar var. mutlu olmaya yetmez mi?

Saturday, 8 March 2008

you are tired,
(i think)
of the always puzzle of living and doing;
and so am i.
come with me, then,
and we'll leave it far and far away--
(only you and i, understand!)
you have played,
(i think)
and broke the toys you were fondest of,
and are a little tired now;
tired of things that break, and---
just tired.
so am i.
but i come with a dream in my eyes tonight,
and i knock with a rose at the hopeless gate of your heart---
open to me!
for i will show you the places nobody knows,
and, if you like,
the perfect places of sleep.
ah, come with me!
i'll blow you that wonderful bubble, the moon,
that floats forever and a day;
i'll sing you the jacinth song
of the probable stars;
i will attempt the unstartled steppes of fream,
until i find the only flower,
which shall keep (i think) your little heart
while the moon comes out of the sea.