evde yalnızdım. deniz mavi ve dalgasızdı.
her şey okuduğum bi yazının bana idioteque'i hatırlatmasıyla başladı. yok belki de o antep fıstığının acı çıkması ve bunun da bana çitlembik tadını hatırlatmasıyla başlamıştı..
salonun ortasında manik manik hoplayıp zıplarken ters bi iniş yaptım ve bir buçuk gündür falan sol ayağımın üstüne basamıyorum. hani şu ayağın ortasındaki ve iç tarafındaki çukurluğa yakın aşağı kemik var ya.. o işte. ilk birkaç saatte dur birazdan geçer dedim. sonraki birkaç saatte aslında evde bir koltuktan kalkıp öbür koltuğa yatarken ayağa o kadar da ihtiyacımın olmadığını düşündüm. güneş batarken yine sahile inemeyeceğimi anladığımda biraz üzüldüm. bu sabah ağrıyı geçirmek için türlü yollar denedikten sonra pes edip bir süre böyle yaşayabileceğime karar verdim. ama olmuyor doktur amca, kader mi bu be... ben de artık diğer çocuklar gibi koşup oynayabilmek istiyorum. ühü ühü ühü. hem daha ben bu çarşamba istanbul'a gidecek, sokaklarda sevgiliyle fink atacaktım. yoksa "gıçııırık it gibi gezmek" deyiminin öznesi mi olsam.. off of.
Monday, 23 June 2008
bir topalın serzenişi
Saturday, 21 June 2008
yaz gündönümü
bu yılın en uzun gündüzü de biterken
müziğim kulağımda
parmak arası terliklerim ayağımda
fotoğraf makinem boynumda
antep fıstıklarım cebimde
batıya yürüdüm.
click for the hottest pics
Wednesday, 18 June 2008
bir dükkan var bildiğim... sadece rüyalarımda gidebildiğim bir köşebaşında bu dükkan. çocukluğumdan beri var orası. biraz pahalıdır fiyatları ama hep çok ilginç şeyler satılır orada. genelde girerim, her şeye bakar bir şey alamadan çıkarım. uzun zamandır gitmemiştim oraya, yolunu bile unutmuştum. dün gece bir sürü karmakarışık rüyanın arasında oraya da girdim. mıknatıs kapaklı kalemler vardı, ilk onlara baktım, sonra elime bir sürü şey alıp bıraktım. bir yandan dükkan sahiplerinin konuşmalarını dinliyordum. zor durumdalarmış, neredeyse dükkanı kapatmak zorunda kalıyorlarmış... bu kez kesin bir şeyler almalıyım diye daha bir dikkatli bakıyorum etrafıma. biri yanıma gelip, ben sizin paranızı neye vereceğinizi biliyorum, diyor. rafların arasında ilerliyoruz, sağda duvarda asılı bir şeyler var... kulaklıklar, raketler... oradan renkli poi'lar çıkarıyor. çok seviniyorum, aaa! gerçekten de! diyorum. beni boş bir odaya alıyorlar, oradaki bir görevli bana bir derste poi çevirmeyi öğretiyor. çok güzel bir his:p
rüyanın bir bölümünde de ceyda'yla ev bakıyoruz. hisarüstü'nde mi beşiktaş'ta mı emin değilim. biçimsiz, bakımsız odalar.. eski bir mutfak... olsun, fark etmez. son girdiğim odayı hemen benimsiyorum. pencereden gökyüzü görünüyor, yerde üç tane yolluk serili, kırmızılı... bizim eski yolluklardan. bir de köşede dikdörtgen şeklinde yapay çim var. eskiden çocuk odasıymış burası herhalde diyorum.
uyandığımda finnegans wake okumaya çalışarak depresyona girme fikri çok uzak geliyor artık. jonahtan culler'ı da rafa kaldırıp douglas adams'ı çıkarıyorum. artık sevgili D40x'im bir pişmanlık kaynağı değil. hiçbir şey değil.
bu gece korkunç bir gece. bir türlü uyuyamıyorum. kendimi çok kötü hissediyorum - hatta "aşşaaalık" bile denebilir.
kafamın içinde bi anti-hero var. durmadan konuşuyor. benim bildiğim her şeyi biliyor, üstüne bi ton da başka şey biliyor. ağzımı açtığım anda ne diyeceğimi kestirip antitezler üretiyor. kendimle çeliştiğim anda(bunu sık sık yapıyorum) fark edip bunu yüzüme vuruyor. gittiğim yollara, vardığım sonuçlara kıçıyla gülüyor. hiç bilmediğim (ama kesinlikle bilmem gereken) önemli kişilere/olaylara/eserlere/teorilere/şarkılara/filmlere göndermeler yapıyor, bir de beklediği tepkiyi vereyim diye gözümün içine bakıyor. ilgilendiğim her şey aslında çok boşmuş gibi geliyor onun yüzünden. ilgilenmem gereken bir sürü başka şey varmış da ben onlarla ilgilenmiyormuşum gibi... yıllardır zamanımı boşa harcamışım, iki yüz seksen dört kitap falan geride kalmışım, o kitapların da hepsi accayip kalın, uzun cümleli falan zor kitaplarmış gibi... beyaz çikolatalı mocha içerken, hoydur hoydur gezerken kaçırdıklarım yüzünden artık beyinsiz bir yaratığa dönüşmüşüm ve asla bunu telafi edemezmişim gibi... küçücük ve değersizmişim gibi...
insan bu suretle kendi ağzına sıçabilir.. kendi kendini ağlatabilir, mahvedebilir, aç uykusuz bırakabilir...
kesin boşluktan oluyor bu. her şey bitti ve evdeyim.
başımı sola çeviriyorum, kıpkırmızı bir güneş denizin üstünden batıyor, sağa çeviriyorum, dolunay doğuyor. üç yerden üç değişik kuş sesi geliyor. köpekler havlıyor. yediğim önümde, yemediğim arkamda... hiçbir şey yapmak zorunda değilim ve istersem bir sürü şey yapabilirim. yüzebilirim, koşabilirim, hamakta sallanabilirim, istediğim şeyleri okuyup yazabilirim, yıldızları sayabilirim, fotoğraf makinem, boyalarım beni bekler... tam da o yoğun zamanlarda hayalini kurduğum şeyler belki; ama içim öyle sıkılıyor ki...
sıkıntıdan hayallerimi yıkıyorum.
sıkıntıdan umutlarımı yıkıyorum.
inandığım şeylere inanmaz oluyorum.
çabuk zaman geçsin. zaman geçsin çabuk. zaman çabuk geçsin.
Tuesday, 17 June 2008
locus classicus
...
she turns and looks a moment in the glass,
hardly aware of her departed lover;
her brain allows one half-formed thought to pass:
'well now that's done: and I'm glad it's over.'
when lovely woman stoops to folly and
paces about her room again, alone,
she smoothes her hair with automatic hand,
and puts a record on the gramophone.
...
(t.s.eliot – wasteland III)
Monday, 16 June 2008
bir dostun ölümü ve hissizlik...
neşeli, hareketli ve zeki bir çocuktu o. artık yok.
üç gündür hep ondan konuşuluyor. yaptıkları anlatılıyor. üzülünüyor. etrafta hep onu hatırlatan bir şeyler var. evdeki masaüstü bilgisayarda onun adına oturum hesabı bile vardı. boğazlar düğümleniyor...
köpekten bahsediyorum. benim gölge adını vermeye çalıştığım... ilk geldiği gün ağlarken kucağıma alıp sakinleştirdiğim, sevip uyuttuğum, aynı anda nefes alıp verdiğim... çok seviyordum onu.
biz istanbul'dan dönerken bir kaza olmuş.
aşağı yola bakkala indiklerinde onu otobüs ezmiş.
öğrendiğimde tepki vermiyorum. uyuşmuşum.
yitirmek neden beni mahvetmiyor? neden.. neden ??
Saturday, 14 June 2008
yurtta son sabah
kız gözlerini açtı. yatağında yalnızdı. duvarda bir kertenkele yürüyordu. aşağı... yukarı... yeşil olmayan bir kertenkele... o gözden kaybolana kadar daha yatayım, sonra kalkarım diye düşündü. kertenkele yukarı yürüdü, görünmez oldu. birazdan yine aşağı iner, diye düşündü kız. saate baktı. daha üç dört saat ancak uyumuştu zaten. pencerenin alt çaprazından bir kelebek girdi kadraja, üst çaprazdan çıktı. bir kedi miyavladı. bir ambülans geçti. biri koli bandıyla büyük bir kutuyu bantladı. biri valizinin fermuarını çekti. kertenkele yine aşağı indi. kız kendini sıkıp biraz daha uyudu. güneşe ve bütün seslere rağmen uyudu. on beş dakika kadar... sonra yine uyandı. yine yatağında yalnızdı. yine saate baktı... yatağında yalnız olmayana kadar uyumaya devam etmek istedi, ama tam o saatlerde, yirmi dakika güneyde, bir yazıcıda onun için bir kağıt yazdırılmıştı. bir sınav kâğıdı... hem daha hayatını kolilere ve çantalara tıkıştırması, eve götürmesi gerekiyordu. hem artık kertenkele gitmişti. kalkması gerekiyordu. gerekeni yaptı. kalktı.
Thursday, 12 June 2008
merhaba evlat. hoş geldin. demek sıra sende...
şimdi bir süre etrafına bak. söylemleri görebiliyor musun? güzel, onları iyice bellemen gerek. bir sürü şeyin tadına bakmalısın, hayır, onunkine olmaz! bunlara bak. nasıl? sakın ona burnunu sokma. bunları dene. sokul insanlara, yaklaş, konuş... dur! onlara demedim, bunlara sokulmalısın. evet. saldırıyorlar değil mi? bir şeyler anlatıyorlar, sorular soruyorlar, hareketlerini sorguluyorlar. seni değiştirmeye çalışacaklar, kendi yanlarına çekmeye çalışacaklar. güçsüzsün. yoruluyorsun. artık güçlenme vakti. haydi, acele et, söylemini seç. güzel, demek seçtin. onun yanında bonus olarak şu söylemleri de alıyorsun. bu durumda şu müziği dinlemeli, bu filmi izlemeli, şu gazeteyi takip etmeli, şu yazarları okumalısın. sakın şu markalı ürünleri tüketme. sana giyecek bir şeyler de lazım. çıkar o üstündeki paçavraları. bunları giy. şu ses sana itici gelmeli, şu koku sana nefret ettiğin şeyleri hatırlatmalı. bunu ye, tadını seveceksin. insanlarla şöyle selamlaşmalısın. o semtte yaşarsan rahat olamazsın, gel şöyle bu semte. çünkü o söylemi seçtiğin için şu anda dünyanın yüzde şu kadarı dostun, yüzde bu kadarı düşmanın. geri kalanlar da önemli değil zaten. evet, seni sevenler ve senden nefret edenler var. senden nefret edenlere bok at. seni sevenlerin osuruğunu kokla. hep çoğul konuş. “biz” de, “onlar” de... zor mu geliyor? hayır, hiç de zor gelmemeli. inan böylesi çok daha kolay. bütün sorulara hali hazırda yanıtların var artık. “onlar”a saldırabileceğin hazır silahların var. “biz”i savunabileceğin hazır mekanizmaların... artık hep haklısın. “onlar” bilmez, “onlar” haksız. artık ne yapmak istediğin konusunda da emin olmalısın. tabi ki onu yapamazsın. şunlardan birini seç. tamam. haydi, bir şeyler üret. hayır, onu üretme, ne gereği var? bunu üret, işe yarasın. dur. nefes al. şimdi âşık olman gerekiyor. ne? o mu? hayatta olmaz! ona âşık olamazsın. bunlara bak. tam sana göreler. oldu mu? güzel, bu kadar eğlence yeter. artık.... ?!... sen beni dinliyor musun? ... ne? sıkıldın mı? demek oynamak istemiyorsun. öyleyse git ve hayatını piç et. kimin umurundasın ki? keyfin bilir. senden adam olmayacağını anlamıştım zaten.
Monday, 9 June 2008
kitten season in bogazici
I like this season when there are many kittens around and peaches are getting more and more succulent...
I am a "normal" female human being in that I think a bunch of kittens is one of the sweetest images that can be on earth. yet, I did not want to be too assertive by putting all the photos here.
here they go:
http://www.icameisawishot.blogspot.com/