yüce okyanus
çizilen sınırları
zevkle aşıyor.
ışığın bine kırılıp
parçalarıyla oynaştığı
bir bahar sabahında
memur mahmure hanım
desteleri toplamış.
ekranda kartlar çılgın atıyor.
Bir kadın varmış, çocuğu olmuyormuş. Gitmiş falcıya, benim çocuğum olmuyor, nasıl çocuğum olur, demiş. Falcı da ona "Altına nohutları koy," demiş, "kırk gün sonra çocuğun olur." Kadın altına nohutları koymuş, kırk gün sonra kırk tane çocuğu olmuş. Kırk tane nohut koymuş çünkü.
Kadın bir gün ekmek yapıyormuş. Çocuklar ekmekleri alıp alıp kaçıyormuş, alıp alıp kaçıyormuş. Kadın öfkeyle oklavayı bir atmış, hepsini birden vurmuş. Serilmişler yere, kalmışlar. Kadın ağlamaya başlamış. "Oooy, vay ben bunları öldürdüüüm. Şimdi yaşasalardı tarladaki babalarına ekmek götürürlerdiii."
Oradan Mıtı seslenmiş: "Anne, ben ölmedim kiii! Terliğin içine saklanmıştım!" Terliğin içinden çıkmış. "Ben götürürüm babama ekmeği." demiş. Annesi, "Ama sen küçücüksün, nohut kadarsın oğlum," demiş. "Nasıl götüreceksin?" Mıtı, "Eşeğin kulağına bağla sen ekmeği, ben götürürüm," demiş. Annesi eşeğin kulağına ekmeği bağlamış, Mıtı da eşeğe binmiş, gitmiş babasının yanına tarlaya, ekmekleri vermiş.
Mıtı çok hareketli bir çocukmuş, çok yaramazmış, durmuyormuş. Babası yemeğini yerken tutturmuş "Ben yapacağım, çifti ben süreceğim! Ver sabanı, tarlayı ben süreyim öküzlerle." Babası, "Olmaz, oğlum." demiş. "Sen küçüksün, süremezsin. Sarı öküz sıçar, bokunun altında kalırsın. Kara öküz işer, sidiğinin altında kalırsın." Mıtı, "Olsun baba, bırak süreyim." demiş. Almış sabanı, tarlayı sürmeye başlamış. Gerçekten de babasının dediği gibi olmuş. Sarı öküz sıçmış, Mıtı bokun altında kalmış. Kara öküz işemiş, Mıtı sidiğin altında kalmış. "Baba" demiş, "Ben gideyim şuradaki derede yıkanayım." Babası da "Tamam, oğlum. Git, yıkan." demiş.
Mıtı derede yıkanmaya başlamış. Yıkanırken derenin kenarında bir elma ağacı görmüş. Ağacın dallarında çok güzel elmalar varmış. Çıkmış elmanın başına, elmaları koparıp koparıp yemeye başlamış. Birazını da tişörtünün içine doldurmuş. Oradan bir dev karısı gelmiş, "Oooo!" demiş. "Ne güzel elma yiyorsun, bana da bir elma atsana!" Mıtı dev karısına da elma atmış, dev karısı yakalayamamış. “Bir daha, bir daha.”
Mıtı dev karısına elmaları atıyormuş ama dev karısı "Ay yakalayamadım, ay bu da kaçtı." diyerek elmaların hiçbirini yakalayamıyormuş. "Sen elinle uzatsana!" demiş. Mıtı elmayı uzattığı zaman kolundan yakalamış Mıtı'yı, tumanının içine koyup evine götürmüş. Kızına demiş ki "Kızım, ben Aladağ'dan dayılarını yemeğe çağırmaya gidiyorum. Sen bu Mıtı'yı pişir, yemek yap."
Dev karısı gittikten sonra kızı Mıtı'yı almaya gelmiş. Ama Mıtı durur mu, kaçmış kurtulmuş kızın elinden. Evin içinde Mıtı koşmuş, kız kovalamış, Mıtı koşmuş, kız kovalamış derken Mıtı kızı tencerenin içine düşürüvermiş. Tencerenin altı da yanıyormuş zaten, içinde su kaynıyormuş. Kız pişmeye başlamış. Mıtı dışarıya kaçmış. Kavak ağacına çıkmış.
Annesi misafirlerle birlikte geri dönmüş. "Kızıım, bak dayınlar geldi, neden kalkıp hoş geldin demiyorsun?" diye kızına seslenmiş. Cevap veren yok. Bir de bakmış ki tencerenin içinde kaynayan kendi kızı. "Vaah!" demiş. Çıkmış dışarıya, Mıtı'yı aramaya başlamış. Kavağın başında Mıtı'yı görmüş. "Şimdi ben onu yakalarım." demiş.
Ağaca çıkmaya çalışıyormuş ama bir türlü çıkamıyormuş. "Nasıl çıktın Mıtıııı?" diye sormuş. Mıtı "Değirmen taşlarını üst üste dizdim de çıktım." demiş. Dev karısı kocaman ve çok güçlü olduğu için değirmen taşlarını taşıyabiliyormuş. Taşları üst üste dizmiş ama çıkmaya uğraşırken hepsi yıkılmış, dev karısı ağır taşların altında kalmış.
Son gücüyle yine Mıtı'ya seslenmiş. "Mıtııı, ben ölüyorum, gel de bağrımdaki çıkını çöz," demiş. Mıtı inmiş ağaçtan, dev karısının bağrındaki çıkını çözmüş. Kurtlar, kuşlar, yılanlar, çıyanlar çıkmış çıkından. Ne kadar kötülük varsa dünyaya yayılmış.
***
Anneannemin anneme, annemin bana anlattığı bir masal.
Biri evrene seslendi:
“Hey, ben de varım!”
Evrenden yanıt geldi:
“Ol bakalım.”
Stepne Uçanturna
aşk şudur budur
meyvesi nedir
allıysa ezgi
pulluysa mezgit
gitmesin kalsın
bitse de mezcal
Yine onu masanın üstünde soğumaya bıraktığım kekten ısırık alırken yakaladığımda tam kızacaktım ki dile geldi ve şöyle dedi: Bir sonraki hayatımda insan olmak istiyorum. Neden biliyor musun? Sana kek yapabilmek için.
Güzel dostlarım,
Nasılsınız? Umarım iyisinizdir, çiçeksinizdir, güzelsinizdir. Siz hiç güzel olmaz mısınız. Güzellik nedir, hep sizden öğrendim. Öğrenince de çok beğendim. Hepimize yetmez, dedim. Güzelliğinizi çoğaltmaya çalışıyorum, kopyacı diyorsunuz. Siz sanki ananızdan paketi yeni açılmış kopya kağıdı gibi dümdüz ve tastamam doğdunuz, sanki hiç buruşmayacak, hiç bahçemdeki rokalar gibi tohuma kaçmayacaksınız.
“Bahçem de bahçem” diye hava atıp duruyor, yetiştirdiği de iki gelincik, üç diken, diyorsunuz. Yoo, semizotu, kuzukulağı gibi kendiliğinden biten başka otlar da var. Sizi ne zamandır otlu kiş yemeye çağırıyorum, gelmiyorsunuz. Euro kaç para oldu, haberin var mı? Hem neden senin ayağına geleyim, sen tesadüfen buralara gelirsen, keyfimiz ve vaktimiz de olursa belki bi çay içeriz, diyorsunuz.
Geliyorum, arkadaşlarınızla Bodrum’daymışsınız. Beni de çağırırmışsınız ama yatacak yeriniz yokmuş. Tabii aynı yatakta yatabilirmişiz ama koca şeyiniz çok yer kapladığı için ben sevgilimle beraber sığmazmışım, o gelmesinmiş. Halbuki şimdi kolumuzu şöyle koysak bacağımızı böyle yerleştirsek... Ay telefonunuzun da pili bitiyormuş. Aman iyi, zaten hadi biz neyse de annem babam kaynım kardeşim nasıl yatacak derken ben de terlemeye başlamıştım. Allahtan sizin gibi fakire kalmadık.
Öyle görüşemedik, mektup yazıyorum. Yazın da çirkinmiş, hiçbir şey anlamadık, sen yazma lan obscurantist cahil değneği, diyorsunuz. Sorsanız söylerdim hangisi elif, hangisi be. Sanki siz hiç bilmece sormuyorsunuz. Bilmecenize kafa yorup cevap versem bu sefer de “Ohoo, ben bunun yanıtını 15 yaşındayken yarım saniyede bulmuştum.” diye eziyorsunuz. Siz 15 yaşınızdayken ben ne fındıklar kırıyordum, haberiniz yok. Hiç fındık kırmamış gibi kötüsünüz.
Madem fındığa fıstığa alerijiniz varmış, cevizli baklava yaptım, diyorum. Diyetteyim, yemem, niye uğraştın, diyorsunuz. Önceden söyleseydiniz pırasa yemeği yapardım. En son bana poğaça siparişi verdiğiniz için böyle şeylere merakınız var sanıyordum. Ama siz de haklısınız. Una, şekere, tuza dikkat etmek lazım.
Onu yeme, bunu ye, alkolü azalt, sigarayı bırak, kambur durma, nefes al, hareketsiz kalma... Her şeyi en çok sen biliyorsun, diyorsunuz. Hayatınız da cesediniz de güzel olsun diye uğraşıyorum. Rahat bırak da istediğim gibi yaşayayım, diyorsunuz. İstediğiniz gibi rahat ölmenize de mi yardımcı olmayalım? Diyelim ki zor öldünüz, ağlamayalım mı? Ağlarım, mızıkçı dersiniz. Büzükçüler sizi. Yine küfrettirdiniz beni işte. Ondan sonra da keskin sirke küpüne zarar, deyip arşivliyorsunuz. Aynı küpteyiz, bir kere de zeytinyağı gibi üste çıkmayıverin.
Seviyorum yavrum, seviyorum sizi. Hepinizi. Neden anlamak istemiyorsunuz? Başka seçeneğiniz yok, siz de beni seveceksiniz. Beni de seveceksiniz, benim sevdiklerimi de seveceksiniz.
Ne? Asıl ben mi sizi anlamıyormuşum? Canım siz de cin olmadan adam çarpmaya çalışıyorsunuz. Buna sevişmek mi denir? Sevişen halimiz buysa, işimiz var. Çok işimiz var.
Screenplay for a Dance Film - First Draft
to be shot in Forêt régionale de Rosny-sur-Seine in 2023-2024
duration: 11 minutes
CHARACTERS:
The Fairy
The Dragon
The Newness
SCENE I - THE FAIRY’S DANCE (2 minutes)
A girl in a pink silk dress (The Fairy) is doing an energetic, self-confident dance to some noisy, clashy and heroic music in the forest in the soft morning light. She catches glimpses of a black shadow ahead of her and starts to get uneasy and the music slows down with her movements also starting to look furtive and hesitant.
SCENE II - THE DRAGON’S DANCE (2 minutes)
A girl with a black mask (The Dragon) is doing a slow dance to some very peaceful music, waving her flowy smoke shawl in the air. Whenever she turns back, she catches a glimpse of something pink and moving. She starts getting angry as does the music. Her dance starts looking like the Tasmanian Monster.
SCENE III - THE PURSUIT (2 minutes)
The dragon angrily dashes forward and the scared fairy starts running behind it. We see the Dragon’s Run, and then the Fairy’s Run. At some point during the pursuit, while passing through the dense growth of young hazelnut trees, the fairy stops, absentmindedly looks at the camera, and says “I’m being run before by a black dragon” and she continues to follow her. Next to the tree “grand chêne Mademoiselle”, the dragon stops and confusedly looks at the camera, and says “I’m being run after by a pink fairy”. After some angry grunts and frustrated gestures, she continues running.
SCENE IV - THE ENCOUNTER (1 minute)
Suddenly they come face to face in the kiosk. They are flabbergasted.
The dragon says “I am the bad black dragon of your nightmares. Let me give you some good advice: Don’t be yourself. Never. Ever. Be. Yourselfffff!“
The fairy replies as she calmly starts taking off her dress,
“OK, I’ll be you and you’ll be me.”
SCENE V - THE MERGE (2 minutes)
Rain pours down. The dragon removes its mask and hands it to the fairy. The dragon smiles, the fairy sheds some tears. A red silk sheet falls from the sky on top of the girls. Two people dance agitatedly under this sheet making big waves as they approach each other. They merge in a flash of light.
SCENE VI - THE NEWNESS (2 minutes)
We see a handsome old gender-bender (The Newness), nearly naked with purple feathers and white-painted nails emerging from under the red sheet. The pink dress and the black mask emerge on the forest ground soiled and disappearing among the composting leaves as the red veil is pulled off by the Newness, who wraps it around and slowly dances away towards the sunset over reaped fields.
FIN
This is a work of fiction. All characters and events portrayed in it are purely imaginary.
2008 miydi, 2009 muydu, makroekonomi dersini hileyle hurdayla verebilmek için yaz okuluna kalmıştım. Kuzey yurtta kalıyordum. Akşamları hava kararınca güney kampüse yürüyüp hava almayı, biraz da piyasa yapmayı çok seviyordum.
Bir akşam yine öyle güney kampüse indiğimde steplerde birinin bilgisayarından gelen muhteşem klasik müziğin büyüsüne kapıldım. Gidip alt basamaklardan birine oturdum. En tepede de biri dans eder gibi sağa, sola, boşluğa garip garip hareketler yapıyordu. Performans mı yapıyor, deli mi, anlayamadım. Klasik müzik parçası bitip rastgele Power Rangers sountrack’i çalmaya başlayınca anladım. Bilgisayar bu çocuğa aitti.
Az önceki müzik çok güzeldi, yine onun gibi bir şeyler çalsana, dedim. Sevindi, yine aynı albümden bir parça açıp yanıma geldi. Konuşmaya başladık. O da Fizik bölümünde okuyormuş. Dedi, işte, ben kısa bir süre önce bu dünyaya dair bir şeylerin farkına vardım, kimsenin haberi yok. Çözdüğüm an gidip bütün kimliklerimi ormanda yaktım. Haftaya da zenginlerin evini yakmaya kararlıyım. Bir yalı seçtim boğazda, bahçesine girmek çok zor değil, haftaya bir gece benzinimle, kibritimle gidip yakacağım.
Eyvaah, dedim. Başımıza ne işler açtık.
Yazık, zehir gibi de çocuk. Bir yandan yıldızları gösterip bir şeyler anlatıyor, bir yandan aklınca bana diyalektik dersi vermeye çalışıyor. En son getirmiş gözümün dibine bir yaprak sokuşturmuş, bak, diyor, bak, ne görüyorsun.
Aldım yaprağı. Hayır, dedim. Bakmayacağız, dinleyeceğiz. Dinleyelim bakalım, ne diyor. Aaa, aynı senin az önce bana söylediğin şeylere benziyor dedikleri. Güneş yıldızlardan bir yıldızdır, dünya etrafında başını eğip döner, bahar olur çıkarım, güz olur düşerim. O dünyada bir de insanlar vardır, dünyayla beraber kendi etrafında dönen. Güneş doğar kalkarlar, güneş batar yatarlar. Bak, biz de insanız. Bakıyoruz gökyüzüne güneş var mı? Yok. Aa, iyi adamın saati geçmiş. Yani yaprak diyor ki, yatın da zıbarın.
Gözleri doldu. Ellerime sarıldı, sen beni nasıl bu kadar iyi anlayabildin diye ağlamaya başladı. Ben seni anlamadım ki, yaprağı anladım, dedim. O yüzden de şimdi yatmaya gidiyorum.
Gitme, dedi ama ellerimi de bıraktı. Yurduma gidip yattım.
İlk gençliğimde hep pantolon giyerdim. Hareketli biriydim. Üstüm hep toz, toprak, köpek salyasıydı. Arkadaşlarımın beden eğitimi dersinde kulağıma “Eşofmanının ağı yırtık” diye fısıldaması gibi bir sürü utanç verici anım var.
Ben de istiyordum etek giyeyim yakışsın, arkadaşlarımla ters ışıkta palmiyelere karşı gülümseyerek küçük danslar eder gibi, dondurma reklamı gibi yaşayayım bu hayatı. Ama etek giyince bacaklarım gözüme dondurma çubuğu gibi görünüyordu. Herkes bedeninde bir şeylerden şikayetçiydi zaten ama işin başka boyutları da vardı: Etek giyince bir de ona göre ayakkabı ve bluz almak gerekiyordu. Bacaklarının kıllarını n’apıyormuş, sorusu devreye giriyordu. Ayrıca, çıplak bacaklarla çalılıklarda koşmak, taşa düşmek, iki dirhem bir çekirdek babamla ava gitmek hiç eğlenceli değildi.
Annem bir gün iş çıkışı beni kütüphaneye yakın güzel bir butiğe götürdü. Butik Mustafa. Kaliteli ve uygun fiyatlı şeyler satardı. Annem, hadi sana bir etek alalım, hiç eteğin yok, dedi.
Etek mi? Canım sıkıldı ama bozuntuya vermemeye çalıştım. Bir sürü etek denedim, hiçbirini beğenmedim. En son çiğ sarı bir çan etek denedim. Ona da çan etek dendiğini yeni öğrenmiştim. Kötülerin arasında daha az kötü olanı buymuş gibi geldi. Annem dedi ki muhteşem oldu. Sana kötü görünüyorsa bile muhtemelen gözün alışık olmadığı için. Lütfen bunu alalım ve biraz giymeyi dene, bakalım alışacak mısın.
Aynaya baktım. Rezalet görünüyordum. Çan şeklinde açık sarı bir etek. Bacaklarım da çanın pandülü mü bu durumda. Ayağımda da siyah spor ayakkabılar vardı. Asla bu şekilde insan içine çıkamazdım ama annemle bu tatlı alışveriş kaçamağımız sırasında tatsızlık çıkarmak da istemiyordum. “Peki, senin güzel hatırın için deneyeceğim.” dedim.
Sonraki günlerde her sabah eteği giyip aynaya baktım. Biraz ağlayıp çıkardım, pantolonumu giydim. Ne vardı yeni bir pantolon alsak. En sonunda iade süresi geçmeden annemle konuşmaya karar verdim.
Aaa, dedi. Faturayı da kaybettim. Nasıl iade edeceğiz?
Beraber dükkana gidelim, ben Butik Mustafa’yı konuşarak ikna etmeyi bir deneyeyim. Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır mıymış görelim, dedim.
Dükkana gittik. Butik Mustafa’nın yanına gittim. Merhaba, hatırlarsanız geçen gün sizden sarı bir etek almıştım. Çok denedim ve alışmaya çalıştım ama kesinlikle benim tarzım değil. Hiç kullanmadım. İade etmek istiyorum ama annem de faturayı kaybetmiş. Bir çözüm bulabilir miyiz, diye sordum. Ağlamamı tutabildim, sakin sakin konuşabildim diye de kendimle biraz gurur duymuştum.
Butik Mustafa gözlüklerinin üstünden muzip muzip baktı. “Beğenmediysen niye aldın?” diye sordu.
“Annemin hatırı için aldım. Çünkü hatır için çiğ tavuk bile yenir.” deyiverdim.
“E ama şimdi de iade etmek istiyorsun? Hatır için çiğ tavuk yenir miymiş gerçekten?” diye uzattı.
Kendimi daha fazla tutamayarak boğuk bir sesle haykırdım:
“YENİR AMA KUSULUR!”
Annemle uzun uzun gülüştüler. İkisi de ikna olmuştu.
14-15 yaşındaydım, lisede bir üst dönemden çok akıllı bir arkadaşımla bizim eve gelmiştik. Anahtarımla kapıyı açtım, kapının hemen önündeki aralıkta iki kardeşim yere oturmuş bir arkadaşlarıyla oynuyordu. Arkadaşım, “Bunlar kim?” diye sordu. “Onlar mı, komşunun çocukları, annem bakıyor onlara bazen, gelip burada oynuyorlar.” diye yanıt verdim. Arkadaşım anlayışla kaşlarını kaldırdı.
Bir süre sonra mutfağa gidip meyve tabağı hazırladım. Çocuklara da bir tabak meyve götürdüm. Kardeşlerimin arkadaşı “Bu kim?” diye sordu. Kardeşim Yorum yapıştırdı: “Bu bizim hizmetçimiz. Annem biz oynarken meyve filan getirsin diye tutmuş onu.”
if a tree falls in a forest and doesn’t make a sound, does it still deserve the forest ranger’s attention?
Çok önemli bir şeyi unutuyorum hissiyle
Aklımdaki açık sekmeler arasında geziyorum
Bir sekme daha açacaktım, neydi o? Rüyamda ne görmüştüm?
İşi bırakınca (ya da iş beni) nasıl para kazanacağımı düşünmek istiyorum,
Sanki düşünsem bulabilirim, ama parlak bir şey dikkatimi dağıtıyor.
Akşama ne yemek yapmalı? Ne zaman yola çıkmalı?
Akşama peynir ekmek var. Yola bir türlü çıkamıyorum.
Sıkılıyorum. Unutuyorum. Korkuyorum.
Unuttuğum şeyler sonum olacak.